25 Mayıs 2012 Cuma
24 Mayıs 2012 Perşembe
DİŞ ÇÜRÜMESİ:Diş çürüğü günümüzün belki de en yaygın hastalığıdır. Toplam nüfusun yüzde” 90′ında görülür. Bu yaygınlığıyla yalnız kişilere değil toplumsal yaşama da büyük zarar verir. Ülkelerin ekonomisinde yol açtığı işgücü kaybı son derece büyüktür. Ayrıca diş çürüklerinin yetersiz çiğneme sorunlarına, yerel ve genel hastalıklara neden olduğu da unutulmamalıdır.Uygarlığın ilerlemesiyle diş çürüğünün görülme sıklığı arasında sıkı bir ilişki vardır. Tarihöncesi çağlarda diş çürüğü gibi bir sorun olmadığı, Paleoli-tik Çağ’da belki de hiç rastlanmadığı anlaşılmaktadır. Diş çürüklerine ilişkin en eski bilgiler Portekiz’de küçük bir yerleşim bölgesi olan Müge yakınlarında bulunan 200 kadar kafatası fosilinden elde edilmiştir. Paleolitik’i izleyen Mezolitik Çağ’dan (İÖ 10.000-6.000 yıllan arası) günümüze ulaşmış olan bu kalıntılarda çürük diş oram çok düşüktür. Diş çürükleri daha sonraki evre olan Neolitik (Cilalı Taş) Çağ’da insanların yerleşik düzene geçip tarım ve hayvancılıkla uğraşmaya başlamalany-la yaygınlaşmıştır. Paleolitik Çağ verileri günümüz ilkel toplulukları için de geçerlidir. Afrika’nın güneyinde yaşayan Sanlar (Buşmanlar) arasında diş çürüğüne hiç rastlanmamıştır. Aynca eski yaşama alışkanlıklarını sürdüren Eski-molar ile kentlere yerleşerek günümüz uygarlığının sağladığı yaşama ve beslenme alışkanlıklarını edinmiş Eskimo-İar arasında diş çürüğüne rastlanma oranı bakımından büyük farklar görülmektedir.
BESLENMENİN ÖNEMİ
Değişik beslenme alışkanlıkları olan halklar arasında yapılan istatistikler beslenmenin diş çürüklerinin oluşmasında önemli bir rol oynadığını göstermistir. Beslenme düzenleri doğal besinlere dayanan topluluklarda, diş çürüklerinin sıklığı belirgin ölçüde düşüktür. Avrupa’da II. Dünya Savaşı sırasında diş çürümelerinin azaldığı görülmüştür. Ama savaştan sonra gene savaş öncesindeki orana ulaşılmış ve savaşın ardından dört beş yıl geçtikten sonra bu oranın daha da yükseldiği belirlenmiştir.
Savaş yıllarındaki azalma büyük olasılıkla doğal besinlere dayalı beslenmeyle ilişkilidir. Sonraki artış ise 1944-48 arasında doğanlarda, ekonomik bunalım sonucu gelişen yaygın raşitizme bağlı olabilir. Diş çürümesinde, katı ve sıvı besinler arasındaki oran, yanlış beslenme alışkanlıkları ve hatta coğrafi, jeolojik, ekonomik ya da toplumsal durum bile etkili olabilir.Sert ve çiğ gıdaların dişlerde temizleyici etkisi vardır. Bunlar ayrıca dişlerin destek dokulannı da güçlendirir. İşlenmiş ve yumuşak gıdaların beslenmedeki oranının yükselmesi çiğneme işlevini azaltarak hem diş çürümesinde genel bir artışa, hem de yakın zamana değin sağlamlığını koruyan kesicidişlerde çürüklerin görülmesine neden oldu. Belli bir sertliği olan yiyeceklerin çiğnenmesi, kesicidiş uçlarının ve buradaki pürüzlerin aşınmasına yol açarak zamanla çiğneme yüzeylerini düzleştirir ve besin artıklarının birikerek çürüme sürecini başlattığı noktalan ortadan kal-dınr. Uygar toplumlarda sert ve çiğ gıdalarla beslenen halklarda görülen tipik aşınmış dişlere rastlamak giderek zorlaşmaktadır, Karbonhidratlarca zengin bir beslenmenin de çürük oluşumunu kolaylaştırdığı bilinir. Uzun süre çürüklerin başlıca nedeni olarak şekerin mayalanmasından oluşan asitler gösterilmiştir. Günümüzde çürüme etkenlerinin çok daha çeşitli olduğu bilinmektedir. Bu süreci yaratan nedenler çok değişiktir ve uzmanlar arasında hâlâ tartışma konusudur.
NEDENLERİ
Kimyasal kuram olarak bilinen bir görüşe göre çürükler ağızda biriken besin artıklarından kaynaklanır. Bu artıklar ayrışırken açığa çıkan asitler diş dokusunun mineral bileşimim parçalar. Bakteri kuramına göre ise minenin organik bölümünün parçalanmasından bazı bakteriler sorumludur. Bunu izleyen ikinci aşamada mineral bölüm parçalanır. Bu iki ayn yaklaşımı birleştiren daha yeni bir kurama göre yiyecek artıklarında üreyen bakteriler asit üreterek, dişin mineral desteğini parçalamaktadır. Ağız boşluğundaki tükürük salgısının ortamın asitliğini düzenleyici bir etkisi vardır. Ama bu etki bakterilerin oluşturduğu diş plakları karşısında yetersiz kalır. Plaklar ortamı asitleştirir ve çürüklerin oluşmasına yol açar.
Diş çüremesine ilişkin olarak öne sürülen bu görüşler ağız temizliği konusunda bilimsel çalışmaların başlamasını sağladı. Sonunda diş fırçalan ve diş macunlan günlük yaşama girdi. Çürümeyi engellemek için minenin belirli bölgelerinde laktik asit birikiminden sorumlu olan plağın ortadan kaldınlması gerektiği sonucuna varıldı.
Son dönemde ise tükürük kuramı ortaya atıldı. Bu kurama göre çürük, dişin dışındaki biyolojik sıvı olan tükürük ile içteki organik sıvılan ayıran yan geçirgen bir zar gibi işlev gören karmaşık bir sürecin ürünüdür. Bu nedenle doku yıkımına yol açan hastalıklar, vitamin yetmezlikleri, enfeksiyonlar ve zehirlenmeler organizmanın dolaşımdaki sıvılarını değişikliğe uğratırken etkilerini dişte de gösterirler. Çürüklerin yerel nedenleri, kalıtsal ya da edinilmiş yatkınlığa bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bu yaklaşıma göre aşağıda belirtilen etkenler çürüklerin önlenmesinde büyük önem taşır: Minerallerce zengin beslenme, vitaminler, gebelik ve ilk çocukluk döneminde bol protein alınması, karbonhidrat ve şeker alımının sınırlandırılması ve ağız bakımına özen gösterilmesi. Ağız balamı özellikle plak gelişimini Önlemeye yönelik olmalıdır. Plaklann, tükürük ve dişetlerindeki iltihaplı doku sızıntısından kaynaklanan bir çeşit jelatinsi zar üzerinde yaşayan küçük bakteri kolonilerinden oluştuğu bilinmektedir. Dişetlerinin de diş hastalıklarının ortaya çıkmasında büyük önemi vardır. Çürüğe ve diş çevresindeki hastalıklara neden olan bakteriler, plağa yapışmadıkça zararlı bir etki gösteremezler. Bu nedenle plağın ortadan kal-dınlması çok önemlidir.
YERLEŞİM
Diş çürümesi tam olarak bilinmeyen, hâlâ belirsizlikler taşıyan bir süreçdir. Hızlı gelişen ve geniş doku yıkımına yol açan çürüklerin çok bakımsız ve hastalıklı ağızlarda görüldüğü bilinmektedir. Bu nedenle çürüğe yatkın ya da dirençli ağızlardan söz edilebilir. Ama çürüğe karşı gösterilen direncin ağız genelindeki savunma mekanizmalarına mı, yoksa dişin kendi direncine mi bağlı olduğu bilinmemektedir.
Alt birinci büyük azıdişleri, gençlik döneminden başlayarak çürümenin en çok görüldüğü dişlerdir. Çürüme daha sonra giderek azalan oranda üst birinci büyük azılar ile ikinci büyük azılarda, en az olarak da alt kesicidişlerde görülür. Çürük en çok dişin taç çıkıntıları ansmdaki derin oluklarda ve dişler arasında kalan bölgede gelişir. Dişin boyun kısmındaki çürüklere de oldukça sık rastlanır. Bunlar genellikle vücudun zayıf düşmesine yol açan organik hastalıklarla ilişkilidir. Bazen çok sert bir fırçanın kullanılmasına da bağlı olabilirler. Mekanik etki diş minesini yıpratabileceği gibi, dişetini de yaralayarak çekilmesine yol açabilir. Böylece çürüğe direncin daha az olduğu mine-sement sınırı ortaya çıkar.
Çürüğün dişe geniş biçimde yayılması seyrek olarak, yalnızca dişin aşın ölçüde mineral yitirdiği organik hastalıklarda görülür. Bu hastalıklar dişin savunma mekanizmalannı zayıflatarak bakterilerin yerleşmesini kolaylaştırır.
ÇÜRÜK TİPLERİ
Çürüme mine katmanında küçük bir lezyonla başlar ve mine katmanım aşarak dentine ulaşır. Bu dokuda daha hızlı ve kitlesel olarak yayılır. Sement ve mineye uzanan dentin kanalcıklan çürüğün sızmasını kolaylaştınrken mine kadar sert olmayan dentinin mineral tuzlarını içeren organik yapısı çok daha hızlı biçimde yıkıma uğrar. Sonuçta minedeki küçük bir yangın altında yumuşamış bir doku bölgesi oluşur. Bu bölgenin koyu rengi minenin saydamlığı nedeniyle kolayca görülebilir. Sert bir besinin çiğnenmesi ya da çürümüş dentin bölgesinin çok genişlemesi, üstteki mine katmanının parçalanmasına neden olur ve çürüme yeri bir yarıkla açığa çıkar. İçten oyulan bu çürük tipinde, çürük bölgesi büyük ölçüde mine katmam bozulmadan genişler. Gelişme hızlıdır. Çünkü yiyeceklerin çiğnenmesi, tükürük salgısı ve diş bakımının sağladığı temizlikten uzak kalan bu çürüme odağı serbestçe gelişme fırsatı bulur. Dişin boyun bölgesi çürükleri gibi bazı yüzeysel çürükler ise olduğu gibi kalmış izlenimi verecek Ölçüde yavaş ilerler.
Genel olarak çürükler, çürüme sürecinin dişözü ya da diş sinirinden uzaklığını belirtmek için yüzeysel, orta derinlikte ve derin çürükler olarak sınıflandırılır.
Başlangıç evresinde yüzeysel çürükler yalnızca dentin katmanının en üst bölümünü ve mineyi etkiler. Orta düzeyde çürüklerde ise dentin önemli ölçüde etkilenir. Dentin boyunca yayılmış olan derin çürüklerde ise dişözü (pulpa) mikrop kapar ve tedaviye başlanmazsa buradaki doku ölümüyle birlikte enfeksiyonun daha derinlere inme yolu açılır.
Yüzeysel çürüklerde ağrılı belirtiler genellikle görülmezken, orta derinlikteki çürükler ısı değişimlerine (sıcak, soğuk) ya da bazı yiyeceklere (tatlı, asitli vb) karşı duyarlı olabilir. Bu uyaranların doğurduğu ağn, uyaranın ortadan kalkmasıyla yok olur. Derin çürüklerde dişözü-ne bakteriler bulaştığından ağn kendiliğinden ya da uyanlardan sonra ortaya çıkabilir. Ağn şiddetlidir ve birden başlar! Hasta ağnyan dişini belirlemekte güçlük çeker. Enfeksiyonun dişözüne yeterince yayılmadığı durumlarda, ağn giderek azalıp yok olur. Ağrı genellikle gece saatlerinde vücut yatay konumdayken ortaya çıkar. Çünkü bu konumda başa daha çok kan gider. Enfeksiyon dişözüne iyice yayılıp irinleşmişse, çok şiddetli olan ve çevreye de yayılan zonklayıcı ve sürekli bir ağn görülür.
Ağnnın özelliklerini dişin anatomik yapısı belirler. Bağdoku, çeşitli tipte hücreler,-damar ve sinir liflerinden oluşan dişözü bir boşlukla sınırlanmıştır. Dişözü odacığı denen bu boşluğun duvarları sert ve esneklikten yoksundur. Dişin taç bölümünde genişleyen dişözü odacığı köke doğru incelip ipliksi bir uzantıya dönüşür ve bu bölümü kök kanalı adıyla tanınır.
İltihaplanma sırasında dişözü damarlan daha fazla kan akımıyla genişler ve sinir liflerine baskı yaparak ağn-ya neden olur. İltihaplanmanın belirli bir düzeyi aşmasından sonra dişözünde artan ödem Özgün bir ağn duyumuna yol açar. Artık doku yıkımı onanlamaz durumdadır. Ağn yalnız dişözünün Ölümüyle kesilir, Bu doku ölümü ya enfeksiyon sürecine bağlıdır ya da tıbbi girişimle sağlanır. Özetlemek gerekirse mikropların üremesi dişözünde bir apsenin oluşmasına neden olur ve bu durum dişözünde doku ölümüyle sona erer. Dişözü hastaiıklan diş çürüğünden bağımsız olarak da gelişebilir. Ağır enfeksiyon hastalıklarında ya da âdet görme döneminde dişözü iltihaplan ortaya çıkabilir.
Yaralanmalar ya da kimyasal maddeler gibi iltihaplanmaya yol açmayan ağır diş çevresi dokusu hastaiıklan (pe-riodontoz) ve dişeti cebindeki enfeksiyonlara bağlı hastalıklar dişözünde enfeksiyon oluşturabilir.
Dişözünde doku ölümü öncesinde bütün belirtiler aynı anda ortaya çıkmayabilir. Darbe gören bir dişte yıllar sonra ağır zararların ortaya çıktığı da bilinmektedir.
TEDAVİ
Çürüklerin tedavisi ağnnın ortadan kal-dmlmasına, doku yıkımının durdurulmasına ve dişin anatomik yapısının onarılmasına yöneliktir.
Yüzeysel ve orta derinlikte çürüklerde, çürüyerek yumuşamış diş dokusu frezle oyularak temizlenir, Oluşan boşluk dezenfekte edilerek dolgu malzemesi ile doldurulur.
Derin çürüklerde tedavi girişimini dişözünün enfeksiyondan etkilenme derecesi belirler. Dişözü dokusunun ağır yıkımlan dışında, derin çürüklerin tedavisinde çağdaş yaklaşım, dişin canlılığını korumayı amaçlar. Çürük odağına en yakın dişözü bölgesinden denünin yeniden üretilme süreci uygun ilaçlarla uya-nlır. Oluşan yem dentin daha koyu renklidir, özgün kanalcıklarından yoksundur ve serttir. Dişin savunma mekanizmasının bir göstergesi olan bu yeni oluşum ikincil dentin adıyla tanınır. İkincil denlinin üstüne yalıtkan bîr’ madde ve daha sonra da dolgu maddesi konur.
DİŞÖZÜNÜN ÇIKARILMASI
Dişin canlılığım koruyamayacak ölçüde yıkıma uğrayan dişözünün çıkanlması yoluna gidilir. Bu girişim anestezi yardımıyla ağrısız bir biçimde uygulanabilir. Yerel olarak ağn duyusunu körelten ya da ortadan kaldıran anestezik maddeler iğneyle verilir. Eskiden arsenik içeren ilaçların diş içine uygulanmasıyla dişözü dokusunun ölmesi sağlanırdı. Bu yöntem artık uygulanmamaktadır. Dişözü, kök kanallarına kadar çıkarılabileceği gibi yalnız taç bölümünden kesilerek de alınır. Bu işlemlerden ilki pulpektomi, ikincisi pulpatomi adlanyla tanınır.
Pulpatomi daha çok kök kanallarının tam olarak oluşmadığı çocuklarda, ilaçlı maddenin kökün başlangıç bölümünden öteye geçmesinin istenmediği durumlarda ya da kök yapısının içlerini tamamen boşaltmayı olanaksız kılacak ölçüde düzensiz olduğu olgularda uygulanır.
En çok uygulanan girişim pulpekto-midir. Bu yöntemde dişözü kök kanallarından özel bir aletle çıkarılır. Dişözü çıkarıldıktan sonra kanallar genişletilir. Amaç ilaçlı maddelerin açılan kanallara yerleştirilmesi ve diş kökünün yeniden iltihaplanmayı önleyecek biçimde doldurulmasıdır.
DOLGULAR
Diş dolguları ve dişin yeniden biçimlendirilmesi çeşitli maddelerle yapılabilir. Bunlar siman, porselen, amalgamlar, gümüş ya da altınla kakma, yapışkan altın, reçine, kuvars-reçine bileşikleridir.
Silikat dolgular- Yapay porselen olarak da bilinen silikat dolgu maddeleri, doğal görünümü bozmamaları nedeniyle, özellikle ön dişlerin dolgusunda kullanılır.
Bu dolgu maddesi yapışkan olmadığından dişte, dibi ağzından daha geniş bir oyuk açılır. Silikat oyuğa yumuşak durumda sokulur ve sertleştikten sonra hazırlanan boşluğun özel yapısı nedeniyle dışarı çıkamaz.
Uygulama sırasında silikat dolguyu tükürükten korumak gerekir. Sertleşirken ıslanan silikat parçalanabilir. Kan ise lekelenmesine yol açarak estetik değerini azaltır. Dolgu maddeleri dişözün-de güçlü bir zehir etkisi yapacak özelliktedir. Bu nedenle doku ölümüne, kök başlangıcında kök granülomuna ya da diş apsesine yol açabilirler. Bu kompli-kasyonlan önlemek için dolgu boşluğunun duvarları silikatı yalıtmaya yarayan maddelerle kaplanır. Ayrıca dolguya tükürük ve kan gelmesini önlemek için üstünde çalışılan diş ağız boşluğundan yalıtılır. Bunun için kullanılan ince bir plastik örtü uygulama sırasında delinerek dişe sıkıca geçirilir ve özel araçlarla tutturulur. Silikofosfat dolgular – Oldukça kısıtlı bir kullanım alam vardır. Metal kaplama yapılacak dişlerin altyapısını hazırlamada ya da hastanın uzun süre kullanamasa bile, doğal diş yapısından kolayca ayırt edilemeyecek bir dolgu istediği durumlarda kullanılır. Bu dolgu çiğneme hareketleri sırasında hızla aşınır ve belirli aralıklarla yenilenmesi gerekir.
Yapay reçineler – Diş dolgusunda kısa bir dönem yaygm biçimde kullanıldı. Hızla benimsenmesi, kolay biçimlenme, uygulamadan sonra uzun süre dayanma ve estetik özelliklerinden kaynaklanıyordu. Ama renklerinin zamanla değiştiği, yalnızca dişözüne değil denti-nin organüc maddesine de zarar verdikleri kanıtlanınca diş tedavisinde büyük ölçüde kullanım dışı kaldılar. Günümüz diş hekimliğindeki kullanım alanları hemen hemen yalnızca protezlerin kısa süreli onanmlarıyla sınırlıdır. Porselen yığma – Silikat dolguların bilinmediği ya da yeterince geliştirilemediği dönemlerde başlıca estetik dolgu seçeneğiydi. Günümüzde çok az kullanılır. Çünkü kısa sürede porselenle diş arasındaki sınır çizgisi görünür hale gelmektedir. Uygulama özenli bir temizlik ve dezenfeksiyon işleminden sonra yapılır. Dişte açılan oyuğun duvarları diktir ve çürüğün genişliğiyle orantılı bir derinliktedir. Oyuğun tam ölçüsü alınır, dibine yapıştırıcı bir madde konur ve alınan Ölçülere göre hazırlanmış porselenin açılan boşluğa oturması sağlanır.
Gümüş amalgam – Diş dolgularında en çok kullanılan madde gümüş amal-gamdır. Gümüşün cıvayla yaptığı bu ince toz ya da küçük pullar halindeki alaşım, içerdiği cıva miktarıyla orantılı olarak az ya da çok yumuşak olabilir. Amalgamdaki maddeler kendi özelliklerini yitirmeden sağlam bir yapı oluşturur. Önce yumuşak olan amalgam, kısa sürede sertlik ve direnç kazanır.
Gümüş amalgamm yapışma özelliği yoktur. Bu nedenle içinden çıkamayacağı uygun bir boşluğa yerleştirilmesi gerekir. Isıyı çok iyi iletmesi dişin sıcak ve soğuğa karşı duyarlılığını artıracağından sakıncalıdır. Bu nedenle diş boşluğuna ısı yalıtımı sağlayan bir katman döşenir. Kullanımım kısıtlayan özelliklerden biri de zamanla oksitlenerek mat ve hoşa gitmeyen bir renk almasıdır.
Altın – Diş dolgularında katı ya da son derece yumuşak biçimleriyle kullanılır. Erimiş allın döküm dolgu, koruyucu diş tedavileri arasında genellikle en iyi çözüm sayılır. Doku yıkımının çok ilerlediği durumlarda dişlerin yeniden biçim-lendirilmesinde başarıyla kullanılır. Ama çürüğün birden çok dişte görüldüğü ve hızla yayıldığı olgularda kullanılması sakıncalıdır. Çünkü tedavi edilmiş oyukların kenarında sık sık ikincil çürükler gelişmektedir.
Erimiş altın döküm yöntemi yaygınlık kazanmadan önce sıkıştırılmış levha yöntemi kullanılıyordu. Oldukça zor olan bu girişimde dolgu boşluğu, saf altm yapraklan dolduruluyordu. Bunlar dolgu tamamlanana değin birbirleri üstüne sıkıca bastırılırdı. Hem hazırlanan boşluğun dolguyu düşmekten alıkoyacak biçimde olması, hem de bu altın yapraklarının yapışmaya yatkınlığı yüksek nitelikli bir dolgu elde edilmesini sağlıyordu. Artık hemen hemen hiç kullanılmayan bu yöntemin yerini daha ucuz olan altm döküm yöntemi almıştır.
Kuvars-reçine bileşikleri – Hem estetik, hem de işlevsel olarak çok iyi sonuçlar veren bir dolgu maddesidir. Ön dişlerde önem kazanan parlaklığı, arka dişlerde de aşmmaya karşı yeterli direnci sağlarlar. Sertlik kuvarstan, parlaklık reçineden kaynaklanır. Üstelik bu reçineler normal reçinelerden farklı olarak metil metakrilat içermez. Akrilik asit türevi olan bu madde dişözünü örsele-mekte ve zamanla reçinenin rengini bozmaktadır.Diş çürümesine karşı korunma yollarını “Sağlıklı Yaşam” cildinde bulabilirsiniz.
BESLENMENİN ÖNEMİ
Değişik beslenme alışkanlıkları olan halklar arasında yapılan istatistikler beslenmenin diş çürüklerinin oluşmasında önemli bir rol oynadığını göstermistir. Beslenme düzenleri doğal besinlere dayanan topluluklarda, diş çürüklerinin sıklığı belirgin ölçüde düşüktür. Avrupa’da II. Dünya Savaşı sırasında diş çürümelerinin azaldığı görülmüştür. Ama savaştan sonra gene savaş öncesindeki orana ulaşılmış ve savaşın ardından dört beş yıl geçtikten sonra bu oranın daha da yükseldiği belirlenmiştir.
Savaş yıllarındaki azalma büyük olasılıkla doğal besinlere dayalı beslenmeyle ilişkilidir. Sonraki artış ise 1944-48 arasında doğanlarda, ekonomik bunalım sonucu gelişen yaygın raşitizme bağlı olabilir. Diş çürümesinde, katı ve sıvı besinler arasındaki oran, yanlış beslenme alışkanlıkları ve hatta coğrafi, jeolojik, ekonomik ya da toplumsal durum bile etkili olabilir.Sert ve çiğ gıdaların dişlerde temizleyici etkisi vardır. Bunlar ayrıca dişlerin destek dokulannı da güçlendirir. İşlenmiş ve yumuşak gıdaların beslenmedeki oranının yükselmesi çiğneme işlevini azaltarak hem diş çürümesinde genel bir artışa, hem de yakın zamana değin sağlamlığını koruyan kesicidişlerde çürüklerin görülmesine neden oldu. Belli bir sertliği olan yiyeceklerin çiğnenmesi, kesicidiş uçlarının ve buradaki pürüzlerin aşınmasına yol açarak zamanla çiğneme yüzeylerini düzleştirir ve besin artıklarının birikerek çürüme sürecini başlattığı noktalan ortadan kal-dınr. Uygar toplumlarda sert ve çiğ gıdalarla beslenen halklarda görülen tipik aşınmış dişlere rastlamak giderek zorlaşmaktadır, Karbonhidratlarca zengin bir beslenmenin de çürük oluşumunu kolaylaştırdığı bilinir. Uzun süre çürüklerin başlıca nedeni olarak şekerin mayalanmasından oluşan asitler gösterilmiştir. Günümüzde çürüme etkenlerinin çok daha çeşitli olduğu bilinmektedir. Bu süreci yaratan nedenler çok değişiktir ve uzmanlar arasında hâlâ tartışma konusudur.
NEDENLERİ
Kimyasal kuram olarak bilinen bir görüşe göre çürükler ağızda biriken besin artıklarından kaynaklanır. Bu artıklar ayrışırken açığa çıkan asitler diş dokusunun mineral bileşimim parçalar. Bakteri kuramına göre ise minenin organik bölümünün parçalanmasından bazı bakteriler sorumludur. Bunu izleyen ikinci aşamada mineral bölüm parçalanır. Bu iki ayn yaklaşımı birleştiren daha yeni bir kurama göre yiyecek artıklarında üreyen bakteriler asit üreterek, dişin mineral desteğini parçalamaktadır. Ağız boşluğundaki tükürük salgısının ortamın asitliğini düzenleyici bir etkisi vardır. Ama bu etki bakterilerin oluşturduğu diş plakları karşısında yetersiz kalır. Plaklar ortamı asitleştirir ve çürüklerin oluşmasına yol açar.
Diş çüremesine ilişkin olarak öne sürülen bu görüşler ağız temizliği konusunda bilimsel çalışmaların başlamasını sağladı. Sonunda diş fırçalan ve diş macunlan günlük yaşama girdi. Çürümeyi engellemek için minenin belirli bölgelerinde laktik asit birikiminden sorumlu olan plağın ortadan kaldınlması gerektiği sonucuna varıldı.
Son dönemde ise tükürük kuramı ortaya atıldı. Bu kurama göre çürük, dişin dışındaki biyolojik sıvı olan tükürük ile içteki organik sıvılan ayıran yan geçirgen bir zar gibi işlev gören karmaşık bir sürecin ürünüdür. Bu nedenle doku yıkımına yol açan hastalıklar, vitamin yetmezlikleri, enfeksiyonlar ve zehirlenmeler organizmanın dolaşımdaki sıvılarını değişikliğe uğratırken etkilerini dişte de gösterirler. Çürüklerin yerel nedenleri, kalıtsal ya da edinilmiş yatkınlığa bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bu yaklaşıma göre aşağıda belirtilen etkenler çürüklerin önlenmesinde büyük önem taşır: Minerallerce zengin beslenme, vitaminler, gebelik ve ilk çocukluk döneminde bol protein alınması, karbonhidrat ve şeker alımının sınırlandırılması ve ağız bakımına özen gösterilmesi. Ağız balamı özellikle plak gelişimini Önlemeye yönelik olmalıdır. Plaklann, tükürük ve dişetlerindeki iltihaplı doku sızıntısından kaynaklanan bir çeşit jelatinsi zar üzerinde yaşayan küçük bakteri kolonilerinden oluştuğu bilinmektedir. Dişetlerinin de diş hastalıklarının ortaya çıkmasında büyük önemi vardır. Çürüğe ve diş çevresindeki hastalıklara neden olan bakteriler, plağa yapışmadıkça zararlı bir etki gösteremezler. Bu nedenle plağın ortadan kal-dınlması çok önemlidir.
YERLEŞİM
Diş çürümesi tam olarak bilinmeyen, hâlâ belirsizlikler taşıyan bir süreçdir. Hızlı gelişen ve geniş doku yıkımına yol açan çürüklerin çok bakımsız ve hastalıklı ağızlarda görüldüğü bilinmektedir. Bu nedenle çürüğe yatkın ya da dirençli ağızlardan söz edilebilir. Ama çürüğe karşı gösterilen direncin ağız genelindeki savunma mekanizmalarına mı, yoksa dişin kendi direncine mi bağlı olduğu bilinmemektedir.
Alt birinci büyük azıdişleri, gençlik döneminden başlayarak çürümenin en çok görüldüğü dişlerdir. Çürüme daha sonra giderek azalan oranda üst birinci büyük azılar ile ikinci büyük azılarda, en az olarak da alt kesicidişlerde görülür. Çürük en çok dişin taç çıkıntıları ansmdaki derin oluklarda ve dişler arasında kalan bölgede gelişir. Dişin boyun kısmındaki çürüklere de oldukça sık rastlanır. Bunlar genellikle vücudun zayıf düşmesine yol açan organik hastalıklarla ilişkilidir. Bazen çok sert bir fırçanın kullanılmasına da bağlı olabilirler. Mekanik etki diş minesini yıpratabileceği gibi, dişetini de yaralayarak çekilmesine yol açabilir. Böylece çürüğe direncin daha az olduğu mine-sement sınırı ortaya çıkar.
Çürüğün dişe geniş biçimde yayılması seyrek olarak, yalnızca dişin aşın ölçüde mineral yitirdiği organik hastalıklarda görülür. Bu hastalıklar dişin savunma mekanizmalannı zayıflatarak bakterilerin yerleşmesini kolaylaştırır.
ÇÜRÜK TİPLERİ
Çürüme mine katmanında küçük bir lezyonla başlar ve mine katmanım aşarak dentine ulaşır. Bu dokuda daha hızlı ve kitlesel olarak yayılır. Sement ve mineye uzanan dentin kanalcıklan çürüğün sızmasını kolaylaştınrken mine kadar sert olmayan dentinin mineral tuzlarını içeren organik yapısı çok daha hızlı biçimde yıkıma uğrar. Sonuçta minedeki küçük bir yangın altında yumuşamış bir doku bölgesi oluşur. Bu bölgenin koyu rengi minenin saydamlığı nedeniyle kolayca görülebilir. Sert bir besinin çiğnenmesi ya da çürümüş dentin bölgesinin çok genişlemesi, üstteki mine katmanının parçalanmasına neden olur ve çürüme yeri bir yarıkla açığa çıkar. İçten oyulan bu çürük tipinde, çürük bölgesi büyük ölçüde mine katmam bozulmadan genişler. Gelişme hızlıdır. Çünkü yiyeceklerin çiğnenmesi, tükürük salgısı ve diş bakımının sağladığı temizlikten uzak kalan bu çürüme odağı serbestçe gelişme fırsatı bulur. Dişin boyun bölgesi çürükleri gibi bazı yüzeysel çürükler ise olduğu gibi kalmış izlenimi verecek Ölçüde yavaş ilerler.
Genel olarak çürükler, çürüme sürecinin dişözü ya da diş sinirinden uzaklığını belirtmek için yüzeysel, orta derinlikte ve derin çürükler olarak sınıflandırılır.
Başlangıç evresinde yüzeysel çürükler yalnızca dentin katmanının en üst bölümünü ve mineyi etkiler. Orta düzeyde çürüklerde ise dentin önemli ölçüde etkilenir. Dentin boyunca yayılmış olan derin çürüklerde ise dişözü (pulpa) mikrop kapar ve tedaviye başlanmazsa buradaki doku ölümüyle birlikte enfeksiyonun daha derinlere inme yolu açılır.
Yüzeysel çürüklerde ağrılı belirtiler genellikle görülmezken, orta derinlikteki çürükler ısı değişimlerine (sıcak, soğuk) ya da bazı yiyeceklere (tatlı, asitli vb) karşı duyarlı olabilir. Bu uyaranların doğurduğu ağn, uyaranın ortadan kalkmasıyla yok olur. Derin çürüklerde dişözü-ne bakteriler bulaştığından ağn kendiliğinden ya da uyanlardan sonra ortaya çıkabilir. Ağn şiddetlidir ve birden başlar! Hasta ağnyan dişini belirlemekte güçlük çeker. Enfeksiyonun dişözüne yeterince yayılmadığı durumlarda, ağn giderek azalıp yok olur. Ağrı genellikle gece saatlerinde vücut yatay konumdayken ortaya çıkar. Çünkü bu konumda başa daha çok kan gider. Enfeksiyon dişözüne iyice yayılıp irinleşmişse, çok şiddetli olan ve çevreye de yayılan zonklayıcı ve sürekli bir ağn görülür.
Ağnnın özelliklerini dişin anatomik yapısı belirler. Bağdoku, çeşitli tipte hücreler,-damar ve sinir liflerinden oluşan dişözü bir boşlukla sınırlanmıştır. Dişözü odacığı denen bu boşluğun duvarları sert ve esneklikten yoksundur. Dişin taç bölümünde genişleyen dişözü odacığı köke doğru incelip ipliksi bir uzantıya dönüşür ve bu bölümü kök kanalı adıyla tanınır.
İltihaplanma sırasında dişözü damarlan daha fazla kan akımıyla genişler ve sinir liflerine baskı yaparak ağn-ya neden olur. İltihaplanmanın belirli bir düzeyi aşmasından sonra dişözünde artan ödem Özgün bir ağn duyumuna yol açar. Artık doku yıkımı onanlamaz durumdadır. Ağn yalnız dişözünün Ölümüyle kesilir, Bu doku ölümü ya enfeksiyon sürecine bağlıdır ya da tıbbi girişimle sağlanır. Özetlemek gerekirse mikropların üremesi dişözünde bir apsenin oluşmasına neden olur ve bu durum dişözünde doku ölümüyle sona erer. Dişözü hastaiıklan diş çürüğünden bağımsız olarak da gelişebilir. Ağır enfeksiyon hastalıklarında ya da âdet görme döneminde dişözü iltihaplan ortaya çıkabilir.
Yaralanmalar ya da kimyasal maddeler gibi iltihaplanmaya yol açmayan ağır diş çevresi dokusu hastaiıklan (pe-riodontoz) ve dişeti cebindeki enfeksiyonlara bağlı hastalıklar dişözünde enfeksiyon oluşturabilir.
Dişözünde doku ölümü öncesinde bütün belirtiler aynı anda ortaya çıkmayabilir. Darbe gören bir dişte yıllar sonra ağır zararların ortaya çıktığı da bilinmektedir.
TEDAVİ
Çürüklerin tedavisi ağnnın ortadan kal-dmlmasına, doku yıkımının durdurulmasına ve dişin anatomik yapısının onarılmasına yöneliktir.
Yüzeysel ve orta derinlikte çürüklerde, çürüyerek yumuşamış diş dokusu frezle oyularak temizlenir, Oluşan boşluk dezenfekte edilerek dolgu malzemesi ile doldurulur.
Derin çürüklerde tedavi girişimini dişözünün enfeksiyondan etkilenme derecesi belirler. Dişözü dokusunun ağır yıkımlan dışında, derin çürüklerin tedavisinde çağdaş yaklaşım, dişin canlılığını korumayı amaçlar. Çürük odağına en yakın dişözü bölgesinden denünin yeniden üretilme süreci uygun ilaçlarla uya-nlır. Oluşan yem dentin daha koyu renklidir, özgün kanalcıklarından yoksundur ve serttir. Dişin savunma mekanizmasının bir göstergesi olan bu yeni oluşum ikincil dentin adıyla tanınır. İkincil denlinin üstüne yalıtkan bîr’ madde ve daha sonra da dolgu maddesi konur.
DİŞÖZÜNÜN ÇIKARILMASI
Dişin canlılığım koruyamayacak ölçüde yıkıma uğrayan dişözünün çıkanlması yoluna gidilir. Bu girişim anestezi yardımıyla ağrısız bir biçimde uygulanabilir. Yerel olarak ağn duyusunu körelten ya da ortadan kaldıran anestezik maddeler iğneyle verilir. Eskiden arsenik içeren ilaçların diş içine uygulanmasıyla dişözü dokusunun ölmesi sağlanırdı. Bu yöntem artık uygulanmamaktadır. Dişözü, kök kanallarına kadar çıkarılabileceği gibi yalnız taç bölümünden kesilerek de alınır. Bu işlemlerden ilki pulpektomi, ikincisi pulpatomi adlanyla tanınır.
Pulpatomi daha çok kök kanallarının tam olarak oluşmadığı çocuklarda, ilaçlı maddenin kökün başlangıç bölümünden öteye geçmesinin istenmediği durumlarda ya da kök yapısının içlerini tamamen boşaltmayı olanaksız kılacak ölçüde düzensiz olduğu olgularda uygulanır.
En çok uygulanan girişim pulpekto-midir. Bu yöntemde dişözü kök kanallarından özel bir aletle çıkarılır. Dişözü çıkarıldıktan sonra kanallar genişletilir. Amaç ilaçlı maddelerin açılan kanallara yerleştirilmesi ve diş kökünün yeniden iltihaplanmayı önleyecek biçimde doldurulmasıdır.
DOLGULAR
Diş dolguları ve dişin yeniden biçimlendirilmesi çeşitli maddelerle yapılabilir. Bunlar siman, porselen, amalgamlar, gümüş ya da altınla kakma, yapışkan altın, reçine, kuvars-reçine bileşikleridir.
Silikat dolgular- Yapay porselen olarak da bilinen silikat dolgu maddeleri, doğal görünümü bozmamaları nedeniyle, özellikle ön dişlerin dolgusunda kullanılır.
Bu dolgu maddesi yapışkan olmadığından dişte, dibi ağzından daha geniş bir oyuk açılır. Silikat oyuğa yumuşak durumda sokulur ve sertleştikten sonra hazırlanan boşluğun özel yapısı nedeniyle dışarı çıkamaz.
Uygulama sırasında silikat dolguyu tükürükten korumak gerekir. Sertleşirken ıslanan silikat parçalanabilir. Kan ise lekelenmesine yol açarak estetik değerini azaltır. Dolgu maddeleri dişözün-de güçlü bir zehir etkisi yapacak özelliktedir. Bu nedenle doku ölümüne, kök başlangıcında kök granülomuna ya da diş apsesine yol açabilirler. Bu kompli-kasyonlan önlemek için dolgu boşluğunun duvarları silikatı yalıtmaya yarayan maddelerle kaplanır. Ayrıca dolguya tükürük ve kan gelmesini önlemek için üstünde çalışılan diş ağız boşluğundan yalıtılır. Bunun için kullanılan ince bir plastik örtü uygulama sırasında delinerek dişe sıkıca geçirilir ve özel araçlarla tutturulur. Silikofosfat dolgular – Oldukça kısıtlı bir kullanım alam vardır. Metal kaplama yapılacak dişlerin altyapısını hazırlamada ya da hastanın uzun süre kullanamasa bile, doğal diş yapısından kolayca ayırt edilemeyecek bir dolgu istediği durumlarda kullanılır. Bu dolgu çiğneme hareketleri sırasında hızla aşınır ve belirli aralıklarla yenilenmesi gerekir.
Yapay reçineler – Diş dolgusunda kısa bir dönem yaygm biçimde kullanıldı. Hızla benimsenmesi, kolay biçimlenme, uygulamadan sonra uzun süre dayanma ve estetik özelliklerinden kaynaklanıyordu. Ama renklerinin zamanla değiştiği, yalnızca dişözüne değil denti-nin organüc maddesine de zarar verdikleri kanıtlanınca diş tedavisinde büyük ölçüde kullanım dışı kaldılar. Günümüz diş hekimliğindeki kullanım alanları hemen hemen yalnızca protezlerin kısa süreli onanmlarıyla sınırlıdır. Porselen yığma – Silikat dolguların bilinmediği ya da yeterince geliştirilemediği dönemlerde başlıca estetik dolgu seçeneğiydi. Günümüzde çok az kullanılır. Çünkü kısa sürede porselenle diş arasındaki sınır çizgisi görünür hale gelmektedir. Uygulama özenli bir temizlik ve dezenfeksiyon işleminden sonra yapılır. Dişte açılan oyuğun duvarları diktir ve çürüğün genişliğiyle orantılı bir derinliktedir. Oyuğun tam ölçüsü alınır, dibine yapıştırıcı bir madde konur ve alınan Ölçülere göre hazırlanmış porselenin açılan boşluğa oturması sağlanır.
Gümüş amalgam – Diş dolgularında en çok kullanılan madde gümüş amal-gamdır. Gümüşün cıvayla yaptığı bu ince toz ya da küçük pullar halindeki alaşım, içerdiği cıva miktarıyla orantılı olarak az ya da çok yumuşak olabilir. Amalgamdaki maddeler kendi özelliklerini yitirmeden sağlam bir yapı oluşturur. Önce yumuşak olan amalgam, kısa sürede sertlik ve direnç kazanır.
Gümüş amalgamm yapışma özelliği yoktur. Bu nedenle içinden çıkamayacağı uygun bir boşluğa yerleştirilmesi gerekir. Isıyı çok iyi iletmesi dişin sıcak ve soğuğa karşı duyarlılığını artıracağından sakıncalıdır. Bu nedenle diş boşluğuna ısı yalıtımı sağlayan bir katman döşenir. Kullanımım kısıtlayan özelliklerden biri de zamanla oksitlenerek mat ve hoşa gitmeyen bir renk almasıdır.
Altın – Diş dolgularında katı ya da son derece yumuşak biçimleriyle kullanılır. Erimiş allın döküm dolgu, koruyucu diş tedavileri arasında genellikle en iyi çözüm sayılır. Doku yıkımının çok ilerlediği durumlarda dişlerin yeniden biçim-lendirilmesinde başarıyla kullanılır. Ama çürüğün birden çok dişte görüldüğü ve hızla yayıldığı olgularda kullanılması sakıncalıdır. Çünkü tedavi edilmiş oyukların kenarında sık sık ikincil çürükler gelişmektedir.
Erimiş altın döküm yöntemi yaygınlık kazanmadan önce sıkıştırılmış levha yöntemi kullanılıyordu. Oldukça zor olan bu girişimde dolgu boşluğu, saf altm yapraklan dolduruluyordu. Bunlar dolgu tamamlanana değin birbirleri üstüne sıkıca bastırılırdı. Hem hazırlanan boşluğun dolguyu düşmekten alıkoyacak biçimde olması, hem de bu altın yapraklarının yapışmaya yatkınlığı yüksek nitelikli bir dolgu elde edilmesini sağlıyordu. Artık hemen hemen hiç kullanılmayan bu yöntemin yerini daha ucuz olan altm döküm yöntemi almıştır.
Kuvars-reçine bileşikleri – Hem estetik, hem de işlevsel olarak çok iyi sonuçlar veren bir dolgu maddesidir. Ön dişlerde önem kazanan parlaklığı, arka dişlerde de aşmmaya karşı yeterli direnci sağlarlar. Sertlik kuvarstan, parlaklık reçineden kaynaklanır. Üstelik bu reçineler normal reçinelerden farklı olarak metil metakrilat içermez. Akrilik asit türevi olan bu madde dişözünü örsele-mekte ve zamanla reçinenin rengini bozmaktadır.Diş çürümesine karşı korunma yollarını “Sağlıklı Yaşam” cildinde bulabilirsiniz.
22 Mayıs 2012 Salı
Halk Bandı,(HB) (CB) - 27 MHz frekans bandı üzerinden haberleşme yapılabilen telsiz bantıdır. Ruhsat gerekmeden her insan bu bant üzerinden haberleşme yapabilir. Sistemde sabit ve mobil alıcı-vericiler kullanılmaktadır. Türkiye'de bu bantı kullananlar en fazla 4 W'lık alıcı verici telsiz cihazı kullanabilirler. Kabloları ince (RG58) ve antenleri de çeyrek dalga olmalıdır.Modülasyonu arttırma amaçlı power mic ve echo mikrofonlar yasal değildir. Bu güce yasadışı olarak yapılan ilaveler (takoz) olarak adlandırılırlar ve enterferansa sebep olduklarından, ilaveler yasaktır. CB ve telsiz amatörlerine ait bantların kontrolü Ulaştırma Bakanlığı'na bağlı Telsiz Müdürlüğü'nce yapılır. CB'lerde kanallar arasında 200 kHz'lik boşluk bulunması zorunludur. Yerleşim merkezlerinde 1/4 (çeyrek dalga) antenler kullanılır. Yarım dalga, 5/8 ve tam dalga anten kullanımı ise tıpkı 4 W'tan fazla güç kullanımında olduğu gibi enterferansa sebep olacağı gerekçesi ile yasaktır.
Kolesterol bakımından zengin beslenme kalınbağırsak kanserine ortam hazırlar mı?
İnsanlarda bağırsak kanserinin başlıca nedeni sanayileşmiş kentlerin kirli çevre koşullandır. Hastalığa yakalanan topluluklar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar, kolesterolün bağırsak kanserinin oluşumunu kolaylaştırdığını göstermektedir. Sanayileşmiş bir ülke olmasına karşın, Japonya’da sebzeye dayalı beslenme yaygın olduğundan bağırsak kanseri oranı oldukça düşüktür. II. Dünya Savaşı sonrasında Hawaii’ye göç eden Japonlar, orada Amerikalılar gibi ete dayalı beslenme alışkanlığı edinince bu insanlarda ortaya çıkan bağırsak kanseri olgularının oranı Amerika ortalamasına yaklaşmıştır. Güney Afrika’da da kolesterol bakımından zengin besinler tüketen beyazların hastalığa tutulma oranı Siyahlar’a göre daha yüksektir.
İnsanlarda bağırsak kanserinin başlıca nedeni sanayileşmiş kentlerin kirli çevre koşullandır. Hastalığa yakalanan topluluklar ve hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar, kolesterolün bağırsak kanserinin oluşumunu kolaylaştırdığını göstermektedir. Sanayileşmiş bir ülke olmasına karşın, Japonya’da sebzeye dayalı beslenme yaygın olduğundan bağırsak kanseri oranı oldukça düşüktür. II. Dünya Savaşı sonrasında Hawaii’ye göç eden Japonlar, orada Amerikalılar gibi ete dayalı beslenme alışkanlığı edinince bu insanlarda ortaya çıkan bağırsak kanseri olgularının oranı Amerika ortalamasına yaklaşmıştır. Güney Afrika’da da kolesterol bakımından zengin besinler tüketen beyazların hastalığa tutulma oranı Siyahlar’a göre daha yüksektir.
BESİN ALERJİSİ
BESİN ALERJİSİ
Alerji, normal kişilerde herhangi bir rahatsızlığa yol açmayan bir ya da birkaç maddeye karşı aşırı duyarlılıktır. Alerji yapan maddeler solunum, ağız ya da enjeksiyon yoluyla vücuda girebilir. Böyle bir madde vücutta yabancı ve özümsenemez bir cisim olarak tanınır; bir başka deyişle antijen etkisi gösterir ve kendisine karşı antikor denen engelleyici ya da etkisizleş-tirici maddelerin oluşumunu uyarır. Antikorun antijenle birleşmesiyle alerjik tepki başlar. Alerjik tepkiye neden olabilen maddeler arasında çiçek tozlan, ev tozları, kozmetik ürünler, evde beslenen hayvanların kılları, değişik fiziksel etkenler, bitkisel maddeler, ilaçlar, aşılar ve çeşitli besinler sayılabilir. Besin alerjisine yol açan maddeler besinlerde bulunan proteinlerdir; bazı besinlerin çok az protein içermesi de bu gerçeği değiştirmez. Yatkınlığı olan kişilerde alerjinin ortaya çıkması için çok küçük miktarda protein bile yeterlidir. Ama bu proteinlerin bağırsaklardan kimyasal bütünlük içinde, yani normal sindirim süreçlerinde parçalanmadan emilmiş olmaları gerekir.
GÖRÜLME SIKLIĞI
Besin alerjisi bebeklik çağmda daha sık görülür; yıllar geçtikçe azalır. Bunun çe-Şİtli nedenleri vardır. Bebeğin sindirim sisteminin tam gelişmemiş olması, günde birkaç öğün alerji yapma olasılığı yüksek tek bir besinle (süt) beslenmesi, alerji yapan besinle erken ve sürekli karşılaşması başlıca nedenlerdir.
Besin alerjisinin görülme sıklığı konusunda kesin bir şey söylemek zordur. Kuşkusuz erişkinlerde görece seyrek ortaya çıktığı ve alerjik hastalıkların küçük bir bölümünü oluşturduğu söylenebilir. Ama konserve yiyeceklerin yaygınlaşması ve gıda sanayisi teknik lerinin gelişmesiyle besin alerjisinin gittikçe daha çok görüldüğü yaygın bir görüştür.
Bütün besinler alerji yapabilir, ama bazılarının alerjik tepkiye yol açma olasılığı daha yüksektir. Hayvansal besinler arasında en sık süt ve yumurta alerji yapar; etler daha çok pişirilerek tüketildiğinden alerjiye seyrek olarak yol açar. Bitkisel kökenli besinler arasında ise en çok çilek,<;eviz, çikolata ve tahıllar antijen özelliği kazanır. Bununla birlikte bilinen bütün besinlerin alerji yapabildiği kesinlikle unutulmamalıdır.
Bir besinin alerji yapıp yapmaması bir ölçüde tüketilmeden önce geçtiği işlemlere bağlıdır. Pişirilme genellikle alerjik etkiyi azaltır ya da yok eder. Sütün içerdiği albüminin alınması alerji yapma olasılığının azalmasına yol açar. Örneğin peynirlere karşı alerji çok seyrek görülür, çünkü peynirin üretim sürecinde sütteki albümin (laktalbümin) genellikle ayrılmaktadır. Az sayıdaki peynir alerjisi olguları yumurta, un, nişasta koku ve tat vericiler, küf gibi süt dışı maddelere bağlıdır. Sanayide kullanılan koruyucu maddeler de besinlerin alerji yapma özelliklerini değiştirebilir.
Besinlerin çoğu bir antijenler mozaiği gibi düşünülebilir. Örneğin yumurtadaki albümin görece basit yapılı bir besin olmasına karşın beş ayrı antijen içerir. Karmaşık yapılı besinlerde bu bileşenlerin sayısı çok daha fazladır.
Doğal bileşenlerin yanı sıra besinlere bulaşmış- maddeler de antijen etkisi gösterebilir. “Bulaşma ürünü” denen bu maddeler besin olmadıkları halde besin alerjisi yapabilir. Bu yabancı maddeler besinlere kaza ya da rastlantıyla bulaşabilir. Örneğin süt hayvanlarında meme iltihabını (mastit) tedavi etmek ya da önlemek amacıyla kullanılan antibiyotikler (özellikle penisilin) inek sütüne geçebilir. Emziren kadınların aldıkları ilaçlar da sütlerine geçebilir. Bu yolla süte geçen, ama sütün normal yapısına yabancı bulaşma ürünü maddeler sütço-cuğunda alerji tepkimesine yol açabilir. Gerçekte bebekte anne sütüne karşı alerji gelişmesinin tek yolu budur.
Besinlere yabancı madde bulaşmasının bir aracı da üretim teknolojisidir. Besinlerin bozulmasını önlemek amacıyla çok yaygın olarak kullanılan sali-silik ve antiseptik maddelerle gene gıda sanayisinde çok kullanılan renklendiri-ciler besin alerjisine yol açabilen yabancı maddelerdir.
Besinlere sık sık bulaşan bir madde de nikeldir. Nikel özellikle baklagillere ve çileğe, ayrıca ekmeğe, etlere ve balığa bulaşabilir. Mutfak tuzunda ve margarinlerde de bulunur. Besinlerin paslanmaz Çelik tencerede pişirilmesi oksalik asit (ıspanak, ravent), malik asit (elma) ve sitrik asit (özellikle turunçgiller) içermeleri durumunda nikel yoğunluğunu önemli ölçüde artırır. Bu yiyeceklerin yenmesi (5,6 mgr nikel=25 mgr nikel sülfat) gecikmiş bir aşın duyarlılığa bağlı bir egzamayı, ama aynı zamanda ürtiker ya da kızarıklığı da yeniden başlatabilir.
Besinleri korumak, renklendirmek gibi bazı belirli amaçlara yönelik olmak koşuluyla gıda sanayisinde kullanılmasına izin verilen katkı maddeleri vardır. Ama bunlar ülkelere göre yüzde 0,03 ile yüzde 0,15 arasında değişen oranlarda istenmeyen yan etkilere yol açmaktadır.
KOLAYLAŞTIRICI ETKENLER
Sindirim sistemi mukozasında enfeksiyon, zedelenme gibi etkenlere bağlı olarak çok miktarda besinsel antijenin parçalanmamış halde emilimi kolaylaşır. Böylece kişide duyarlılık gelişme tehlikesi de artar. Sindirim mukozasında değişiklikler yaparak besin alerjisine zemin hazırlayan birçok etken vardır:
• Epitel dokuya giren bakteriler ve bağırsaklara yerleşen virüsler özellikle yenidoğanlarda alerji ortamım hazırlar.
• Asalakların epitele zarar vererek alerji sürecini başlatacak antikorların bireşimini hızlandırması görece seyrektir. Bağırsak enfeksiyonuyla birlikte ürtiker gibi deri döküntülerine de yol açan asalak türü daha çok giardia lambîİa’&a.
• Sindirim sisteminde mantar enfeksi yonlarL sık görülür. Bunlar besin alerjisi olgularının yüzde 25′ini oluşturur.
• Besin alerjisi taşıyanların yüzde 22’si düzenli olarak aspirin ve iltihap giderici ilaç kullanan kişilerdir. Besin alerjileri. mukozayı koruyan mukoprotein bireşiminin aksamasıyla birlikte görülür.
• Fenolftalein gibi örseleyici müshiller gittikçe daha az kullanıldığından alerjil etkisi de belirgin biçimde azalmıştır, Aşırı miktarda alkol ve çeşitli katle maddeleri kullanmak alerjiyi özellikle kolaylaştırır.
Besin alerjisi olan hastaların yüzde 7’sinden çoğunun dengesiz beslendiği ve alerjik etkisi yüksek besinleri aşın tükettiği saptanmıştır.
YALANCI BEŞİN ALERJİLERİ
Alerji yapan besinle vücudun buna karşı ürettiği antikor arasındaki tepkimerır neden olduğu gerçek besin alerjisini vücutta bazı maddeler açığa çıkar. Bun- ] lardan özellikle histamin alerjiyle ilgili belirti ve bozukluklardan sorumlu ola»! önemli bir maddedir. Ama kendi yapısında çok miktarda histamin bulunan ya da sindirildiğinde alerjik bir mekanizmadan bağımsız olarak vücutta histamir salgısını uyaran birçok besin de vardır
Bu besinlerin başlıcalan şunlardır:
• Yumurta akı çok etkili bir lıistamin serbestleştiricidir.
• Kabuklu deniz hayvanları (karides ve daha az olmak üzere yengeçler), çilek, domates, çikolata, balık ve domuz eti de benzer bir etki yapar.
• Ananas ve papaya gibi bazı tropik meyveler histamin serbestleştirici maddeler içerir.
• Bakla, bezelye, fasulye gibi bazı sebzeler, tahıllar, ceviz, yerfıstığı gibi çeşitli besinler histamin serbestleştirici bir madde olan lesitin içerir.
Bütün bunlardan başka protein yapısında olmayan bazı besinler de böyle etki gösterebilir.
Ayrıca alkolün iyi bilinen damar genişletici etkisiyle histamin serbestleştirici etkisinin birlikte görüldüğü unutulmamalıdır.
• Histamin açısından zengin besinler-
Aşırı histamin yüklenmesi doğal olarak histamin açısından zengin ya da mayalanmayla sonradan zenginleşmiş besinlerin alınmasından kaynaklanır. Etteki histamin miktarının hayvanın öldürülme anında arttığı bilinmektedir. Ruhsal gerginlik de adrenalin salgısını artırarak plazmada histamin düzeyini yükseltir. Histamin yüksek sıcaklıklara dayanıklıdır; yiyeceğin pişirilmesiyle ya da havası alınmış kapta ısıtılmasıyla yok olmaz. Lahana turşusu, salam, mayalı peynirler ve özellikle konserve olmak üzere balık gibi besinlerde bol histamin bulunur.
• Karbonhidratlar- Bazı bitkisel ürünlerde nişasta ve selüloz oranı yüksektir. Tahıllar, ekmek ve unlu besinler, tatlı ve şekerlemeler, ayrıca bezelye ve mercimek, fasulye gibi kuru sebzeler bunların başında gelir. Selülozun tamamı, nişastanın ise bir bölümü çıkan kalınbağırsakta bulunan bakteriler tarafından parçalanır. Parçalanma ürünleri, gaz ve organik asitlerdir. Bunlar bağırsak florasında yoğun mayalanma yapan bakteriler tarafından büyük miktarlarda üreti-lirse sindirim sistemi mukozası zedelenebilir. Organik asitlerin varlığında aşırı nişasta tüketilmesi mukozanın kolayca zedelenmesine yol açar. Mikropların etkisiyle kısır bir döngü oluşur. Mayalanmaya bağlı kalınbağırsak hastalıkları belirtilerine kaşıntı ve ürtiker gibi hista-mine bağlı belirtiler de eklenir. Gerçekten de yapılan birçok araştırma çeşitli bağırsak bakterilerinin histamin bire-şimlediğini göstermiştir.
• Benzoat dokunması- Benzoat özellikle meyvelerde bulunan doğal bir maddedir. Üzüm, ahududu, dut ve ya-banmersini bol miktarda benzoat içerir. Besinlerin bozulmasını önlemek amacıyla gıda sanayisinde de kullanılan bu madde nüfusun yüzde lO’undan çoğunda alerjik tepkilere neden olabilir.
• Sodyum nitrat dokunması- Sodyum nitrat güçlü bir mikrop öldürücü ve oksitlenme önleyicidir. Jambon, salam, salamura peynir, işlenmiş ringa balığı gibi çeşitli ürünlerde kullanılır. Sodyum nitrata tepkiyi ölçmek için 20 mgr sodyum nitrat verilerek yapılan test sonuçlarına göre bu madde insanların yüzde 5′ten biraz fazlasına dokunur; damar kaynaklı baş ağrıları, bağırsak bozuklukları ve ürtiker nöbetleri yapar.
• Alkol dokunması- Yalancı besin alerjisi olgularının yüzde 38′inde aşırı alkol tüketimi saptanmıştır. Bu olgularda alkol çeşitli etkilerine bağlı olarak kolaylaştırıcı bir rol oynar. Örneğin damarları genişleterek besinlerin sindirim sistemi mukozasından hızla geçmesini sağlar. Ayrıca alkolden elde edilen ase-taldehit güçlü bir histamin serbestleştiricidir. Şarap ve hafif alkollü öbür içkilerin dokunma olasılığı daha düşüktür. Vücudun alkolü kaldıramaması durumunda çarpıntı, kalp atışlarında hızlanma, kaslarda güçsüzlük, baş ağrısı, ayrıca astım ve nezle gibi solunum sistemiyle ilgili belirtiler ortaya çıkar. Çok seyrek olarak gerçek alerji de görülebilir. Bunda asetaldehidin histamin serbestleştirici etkisi belirleyici görünmektedir. Bazı beyaz ve kırmızı şarapların çok miktarda histamin içermesi histamine aşın tepki gösteren kişilerdeki belirtileri açıklayabilir. Üzümde çok miktarda bulunan benzoat burun çevresi sinüslerinde polip olan ve aspirin alamayan astımlı hastalarda nezle ve astım nöbeti başlatabilir. Ayrıca bazı astım hastalan şaraplarda koruyucu madde olarak çok kullanılan kükürt dioksiti kaldıramama belirtileri gösterebilir.
BELİRTİLERİ
Besin alerjisinin belirtileri öbür alerji biçimlerinde görülenlerden pek farklı değildir. Bu belirtiler sindirim, solunum, deri, kalp-dolaşım, boşaltım, Üreme, eklem ve sinir sistemleriyle ilgilidir. Belli bir yiyeceğe karşı alerjik yanıt hemen ya da gecikmeli olarak ortaya çıkabilir. Aynı kişide iki yanıt tipi de görülebilir, ama bunlar farklı antijenlere karşıdır. Ayrıca aynı antijen bir hastada erken yanıta, bir başkasında ise gecikmeli yanıta yol açabilir. Besin alerjisi solunum sistemi düzeyinde astım ya da burun mukozası iltihabı (nezle) belirtileriyle ortaya çıkabilir. Sindirim sisteminde mide-bağırsak iltihabı, ağız içi iltihabı, bulantı, kusma, karın ağrıları, ishal, kalınbağırsak iltihabı belirtileri verebilir. Deride kaşıntı, ürtiker, purpura ve anjiyonörotik ödem biçiminde ortaya çıkabilir. Sinir sistemiyle ilgili olarak baş dönmesi ya da baş ağrısı nöbetleri yapabilir. Boşaltım sisteminde kan işeme (hematini), dış cinsel organlarda kaşıntı ve eklem sisteminde çeşitli eklemlerde ağrı biçiminde görülebilir. Ama bütün belirtilere karşın hastalığın alerjik kökenini kanıtlamak çok güç olabilir. Bunaltı, huzursuzluk, saplantı gibi bazı ruhsal etkenler gizli alerji belirtilerini ortaya çıkararak ya da güçlendirerek nöbeti başlatabilir.
Besin alerjisine bağlı belirtilerin çoğunlukla besinin her alınışında değil, yalnızca arada sırada ortaya çıktığını unutmamak gerekir. Bunun çeşitli nedenleri olabilir. Birincisi hastalığın oluşumu yalnızca bağışıklık sistemiyle ilgili olmayabilir, ama belirtileri alerjiye benzeyebilir. İkincisi, belirtiler ancak alerjik olaya bir ya da birkaç kolaylaştırıcı etkenin eklenmesiyle ortaya çıkabilir. Son bir olasılık da alerjen maddeyle her karşılaşıldığında göreli bir duyarsızlaşmanın gerçekleşmesi ve vücut yeniden yeterli antikor üretinceye değin klinik belirtileri başlatacak düzeyde antikor bulunmamasıdır.
Alerjik hastalıklarda belirtilerin değerlendirilmesi ve sorumlu etkenlerin saptanmasıyla doğru tanıya ulaşılabilmesi büyük ölçüde hastadan alınacak bilgilere bağlıdır.
Alerjinin tipik olarak bir aile özelliği biçiminde ortaya çıktığı kabul edilir, ama birçok başka hastalıktan farklı olarak kalıtımla nasıl aktarıldığı henüz aydınlatılmamıştır. Hatta alerji oluşumunda kalıtınım dışında çevre, yaşama alışkanlıkları, ruhsal koşullar gibi birçok başka etkenin de belirleyici olduğu bilinmektedir.
Gebelik dönemi bebekte alerji oluşumu açısından çok önemlidir. Gebelikte anne ile dölüt arasındaki ilişki nedeniyle annenin etkisi büyüktür. Daha çok alerji yapıcı maddelerle (süt ve yumurta) beslenen annenin dölyatağında bir duyarlılık gelişebilir. Son araştırmalara göre sigara dumanının alerjik tepkiye
yol açan IgE grubu antikor oluşumunu uyarıcı etkisi dölütte de görülmektedir. Bu etki annenin içtiği günlük sigara sayısıyla orantılı olarak artmaktadır. Annenin doğumdan önceki alışkanlıklarıyla alerji arasında herhangi bir ilişki olabileceği uzun süre kabul edilmemiştir. Oysa günümüzde bu bilgilerin iyi değerlendirilmesi tanı açısından büyük önem taşımaktadır.
Değerlendirilmesi gereken önemli bir öğe de çocuğa verilen besinlerin türüdür. Bebekte en erken ortaya çıkan alerjinin inek sütüne bağlı olduğu artık kesinleşmiştir. Ayrıca inek sütü üzerinde en çok araştırma yapılan ve en iyi bilinen alerji nedenidir, çünkü bebeğin yalnızca inek sütüyle beslendiği dönemde alerjinin ayırıcı tanısı kolaydır. Alerjik duyarlılık genellikle yaşamın üçüncü yılına doğru kendiliğinden geçer. Bu durum özellikle üç yaşından sonra, alerjinin kesin kanıtlan olmadığında dikkate alınmalıdır.
Besinlerin içeriği başlı başına bir araştırma konusudur. Az miktarda, am£ sürekli alman besinlerin bir kez büyük miktarda alınanlardan daha çok alerji yaptığı kanısı yaygınsa da, alman besin miktarının önemi henüz tartışılmaktadır. Bazı besinler gerçek besin alerjisi belirtilerine yol açan maddeler açısından özellikle zengindir. Bunlar yendiğinde “yalancı alerji” olarak nitelenen durum ortaya çıkar ve besin miktan arttıkça yalancı alerji etkisi de güçlenir. Bununla birlikte bazı besinlerin hem alerji, hem de yalancı alerji yapıcı etkileri vardır. Bir besinin alerji yapıp yapmayacağı aynı anda alınan öbür yiyeceklere, ilaçlara ve fiziksel gerginliğe bağlıdır. Dolayısıyla da sorun çok karmaşıktır.
Besinlerin tazelik ve pişirilme derecesi alerjik özelliklerini etkiler, çünkü ısı besinlerin protein bileşenlerini değişime uğratır. Ama bu değişim her besinde aynı ölçüde değildir. Örneğin yerfıs-tığmda bulunan alerji yapıcı maddeler pek değişmez; oysa domatestekiler ısıdan çok etkilenir. İnek sütünün uzun süre ısıda kaldıktan sonra da alerji yapıcı özelliğini koruduğu kanıtlanmıştır.
Kişinin birçok maddeye karşı duyarlılık geliştirmiş olabileceği unutulmamalıdır. Bu durumda tanı koymak çok güçleşir, çünkü alerji her gün tüketilen yüzlerce besinden herhangi birine bağlı olabilir. Beslenme ne kadar çeşitliyse alerji tehlikesi de o ölçüde yüksektir. Süt, un ve yumurta hem en çok alerji yapan besinler arasındadır, hem de üçü birlikte Akdeniz tipi beslenmenin temelini oluşturur. Bu koşullarda alınan besinle hastalık belirtisi arasında neden-sonuç ilişkisi kurmak oldukça zordur. Bu zorluğu aşmak için genellikle özel beslenme programları ve alerji uyarma testleri uygulanır.
Besin alerjisi tanışım karmaşıklaştı-ran bir başka olgu da, bütün besinlerin ne süre içinde alerjik tepkimeye yol açacağının önceden bilinememesidir. Bütün belirtiler bir süre için gizli kalır. Hatta aynı kişide, aynı besin için, değişik zamanlarda değişik tepkiler görülebilir. Bu karmaşık durumun birçok nedeni vardır. Her şeyden önce sindirim sistemindeki koşullara bağlı olarak emi-lim hızlanabilir ya da yavaşlayabilir. Örneğin bağırsak mukozasının yaşamın ilk yıllarında işlevsel koşullara, daha sonra da iltihaplara bağlı olarak değişiklik göstermesi sindirilecek moleküllerin hızlı ve kitlesel emilimine yol açar. Bazı aşırı duyarlılık olguları böyle başlar. Aym etki sindirim sürecinde de oluşabilir. Deneyler alerji yapan bazı protein moleküllerinin kimyasal sindirim işleminden geçirildiği halde IgE oluşumunu uyarma yeteneğini yitirmediğini göstermektedir. Bu durumda alerji başlatıcı besin bileşenleri çok artarken bunları saptamak uygulamada olanaksızlasın Hastadan alman bilgiler dışında labora-tuvar testleri tam açısından fazla yararlı değildir. Buna karşılık deneme beslenmelerinden elde edilen sonuçlar önemlidir.
Yumurta albümüni, süt proteinleri ve deniz kabuklulanyla ilgili az sayıdaki olgu dışında yoğunlaştırılmış besinlerle yapılan deri testlerinin yararı azdır, çünkü alerji yapan madde genellikle besin molekülünün kendisi değil, onun bir parçalanma ürünüdür. Bebeklerde hemen her zaman süte bağlı olan besin alerjilerinde deri testlerinin yaran çok azdır ya da hiç yoktur.
En doğru ve güvenilir tanı yöntemi, değişik ölçütlere göre yürütülen besin deneme programlandır.
• Ekleme yöntemiyle beslenme programı- Hasta 24-48 saat aç bırakıldıktan sonra, her öğünde ya da her gün değişik bir besin eklenerek beslenir. îlk öğünlerde alerjiye neden olmayan besinler verilir. Öbürleri yavaş yavaş eklenir ya da bunların yerini alır.
Bir besin alındıktan sonra alerji belirtileri ortaya çıkarsa, test sonucunun olumlu (pozitif) olduğu söylenir. Ekmek gibi karmaşık yapılı bir besine karşı duyarlılık geliştiğinde beslenme testi ilkeleri uyarınca bu besini oluşturan maddelerden hangisinin (un, yağ, maya vb) alerji yaptığı araştırılır.
• Eleme yöntemiyle beslenme programı- Değişmeyen diyet listeleri kullanılır. Bu listeler yeterli miktarda kalori içeren ve olabildiğince çeşitli besinlerden oluşur. İlk diyet listesindeki besinlere karşı tepki gelişirse öbürlerine geçilir ve her diyet yaklaşık bir hafta denenerek test sürdürülür. Diyet listelerinden birine iyi uyum gösterildiği saptanırsa, ilk yöntemde olduğu gibi bu listeye birer birer başka besinler eklenir.
• Alerji uyarıcı beslenme programı-
Alerji belirtilerini ortaya çıkarmaya, böylece sorumlu etkenleri saptamaya yöneliktir; bu nedenle hastaya en çok alerji yapacağı düşünülen besinler verilir. Daha önce anlatılanlardan daha karmaşık bir araştırma yöntemidir, çünkü yanıt elde edildikten sonra çok uzun sürebilen bir İnceleme işlemi gerektirir. Bu tür bir program uygulandığında alerjiyi kolaylaştırıcı etkisinden yararlanmak amacıyla hastaya genellikle alkollü içki de verilir.
• Beslenme günlüğü- Özellikle alerjinin zaman zaman görüldüğü olgularda beslenme serbest bırakılarak hastanın aynntılı bir günlük tutması istenir. Hasta o gün bütün yediklerini, içtiklerini ve ortaya çıkan belirtileri saatleriyle birlikte kaydeder.
GİDİŞİ
Bebeklik çağında ortaya çıkan ve genellikle sindirim sisteminin işlevsel azgelişmişliğine bağlı olan besin alerjisi, sindirim sisteminin gelişmesiyle kendiliğinden iyileşebilir.
Buna karşılık erişkinlerde besin alerjisinin kendiliğinden iyileşme olasılığı düşüktür, ama yaş ilerledikçe alerji de genellikle hafifler. Bazen hasta alerji etkeninden yeterince uzun bir süre uzaklaşırsa, daha sonra” bu maddelerle karşılaştığında hastalık belirtisi göster-meyebilir.
TEDAVİ
Besin alerjisinin tedavisi öbür alerjik hastalıkların tedavisinden farklı değildir. Tedavide bir yandan alerji yaptığı düşünülen etkenlerin elenmesine, bir yandan da belirtilerin ortadan kaldınl-masına çalışılır.
Alerji Yapabilecek Besinlerin Bulunacağı Bazı Yiyecekler
• Tahıl: Ekmek, hamur işi, tatlılar, bisküvi, özel diyet ürünleri, kutu salçalar ve soslar.
Süt: Tatlılar, ekmek, çikolata, dondurma, hamur, salça, peynir, tereyağı;
• Yumurta: Krema, dondurma, tatlılar, kurabiye, bisküvi, hamur işi, Hollanda peyniri, et suyu tabletleri.
• Domuz ve sığır eti: Jambon, salam, sosis vb, konserve et ve hazır çorbalar, et suyu tabletleri, jöle, bazı dondurulmuş hazır yiyecekler
!• Beslenme tedavisi- Alerjinin beslenmeyle tedavisi, ilk bakışta kolay görünebilir. Hastaya dokunan besin ya da besinler saptandıktan sonra, bunları beslenmeden çıkarmak yeterlidir. Söz konusu besinlerin besleyici değerinin az ve fıstık, deniz ürünleri, çilek gibi görece olağandışı türler olması durumunda bu yöntem kolayca uygulanabilir.
Ama alerji yapan besinlerin besleyici değeri yüksekse ve bunlar her gün tüketilen temel besinlerin yapısında bulunuyorsa sorun daha karmaşıktır.
Beslenme tedavisinin başarısı çeşitli etkenlere bağlıdır. En önemli önlemlerden biri kuşkulu yiyecek ya da yiyeceklerin beslenme programından tümüyle çıkarılmasıdır, çünkü duyarlılığı hafif olan kişilerde çok küçük miktarlar bile bazen görünür olmayan hafif belirtilere yol açabilir; böylece duyarlılığın süresini uzatarak, besine uyum geliştirilmesini geciktirebilir.
Yumurta ve inek sütünün tümüyle kaldırılması güç olabilir. Oysa bunlar yerleşik beslenme alışkanlığının parçası olan bisküvi, tatlılar, karamela, dondurma gibi birçok besinde bulunur. Eleme yöntemine dayalı beslenme programlarıyla besin alerjisi deneyimli uzmanların denetiminde tehlikesizce tedavi edilebilir. Tedavi sırasında bazı beslenme yetersizlikleri ortaya çıkabilir. İshal, şiddetli sancı, kabızlık, gaz fazlalığı gibi bazı belirtiler görüldüğünde beslenmenin aşın kısıtlanması ya da bu kısıtlamanın gerektiğinden uzun bir süre uygulanması böyle bir gelişmeye yol açabilir.
Ama bu tür bir kısıtlamanın tanıya götürücü nicelemelerin yapılabilmesi için bazen zorunlu olduğu ve tedavi sırasında gelişen besin yetersizliğinin de genellikle fazlaca önemsendiği unutulmamalıdır:
Bir başka tehlike hastaya bir süre hiç verilmeyen bir besinin yeniden verildiğinde yaygın ve ağır tepkilere yol açmasıdır. Böyle ağır tepkiler hastanın geçmişinde benzer olaylar bulunmaması durumunda da ortaya çıkabilir. Tepk. besinin yeniden alınmasından sonrak birkaç dakika ile saat içinde görülebilir Alerjik olduğu bilinen insanlar araşınca görülme olasılığı da yüzde 5 kadardr Ama alerjik tepkinin şiddetli olması, a; rica hastadan ahnan bilgilere ve testleri dayanılarak önceden belirlenememe; nedeniyle, alerji yapan besinin uygu:. ortamlarda ve sıkı denetim altında yeru-den verilmesi zorunludur.
Genel görüşe göre besin alerjisi çocuklarda bütünüyle İyileşme eğilimir-dedir. Bu nedenle hastanın geçmişini çok şiddetli tepki görülmemişse ale: yapan besin her 6-12 ayda bir yenide-. verilerek tedavi sürdürülebilir.
İyi gidişli olgularda belirtilerin şic-deti gittikçe azalır; alerjinin ortaya çıkması için gerekli besin miktarı ise gittikçe artar. Böylece yaklaşık 3-4 yaşL-rında besine tam bir uyum gelişir. O. guların büyük bölümünde bu süreç gerçekleşir. Ama 8-10 yaşlarına ve hatu erişkinlik dönemine değin süren best:_ alerjileri de vardır.
• İlaç tedavisi- Bazen ilaç tedavisine geçilmesi zorunlu olur. Aşağıdaki durumlarda bu yola başvurulur:
- Beslenme açısından yerlerinin doldurulması güç çok sayıda besine karşı aşırı duyarlılık gelişmesi.
- Hastanın önerilen beslenme rejimırr. kabul etmemesi.
- Alerji yapmayan besin ağırlıklı beslenme programı uygulanmasına karşın alerji belirtilerinin sürmesi.
- Hastalığın ağır olması ve hasta vücudunda deneme-araştırma yapılmasına olanak vermemesi.
- Alerji yapan besinin alınmasının önlenememesi.
Alerjik hastalıkların tedavisinde etkili birçok ilaç vardır. Ama bu ilaçlardan bazılarının yanlış kullanılması alerjiyi tedavi etmek yerine ağırlaştırabilir. Dolayısıyla seçilen ilacın tedavi edilmek istenen alerjiye uygun olması çok önemlidir.
Antihistaminikler ürtiker, alerjik nezle (rinit) ve ikinci kez karşılaşılan bir antijene karşı çok şiddetli alerji tepkilerinde (anafilaktik tepki) özellikle yararlıdır. Ama henüz tam bilinmeyen nedenlerle bu ilaçlar astım ve alerjik deri iltihabı (dermatit) gibi bazı alerjik hastalıklarda etkisiz kalabilir, hatta zararlı olabilir. Ağır alerjilerde yarar sağlar, ama ağır alerjilere bağlı acil durumlarda ilk ilaç olarak kullanılmaz, adrenalinin ardından verilebilirler. Antihistrnninikler kaşıntıyı önlediğinden histaminin temel bir rol oynamadığı, temasa bağlı alerjik deri iltihaplarında yararlı olabilir. Sakinleştirici yan etkisi bazen sakıncalı olabilirse de bazı olgularda yarar sağlar. An-tihİstaminiklerin pomat ya da krem biçiminde sürülmesi çok zararlıdır, çünkü aşırı duyarlılık yapabilir; ışığa karşı duyarlılık gelişmesine ve özellikle hasta güneşe çıktığında yaygın alerji belirtilerinin görülmesine yol açabilir.
Bu yüzden antihistaminikler hiçbir zaman yerel olarak kullanılmamalıdır; tehlikeli yan etkileriyle karşılaştırıldığında bu uygulamanın yararlan çok önemsiz kalır.
tlacı kaldıramamaya bağlı mide yanması, ağız kuruması gibi belirtiler az görülür, ama antihistaminikler her zaman uyku verici etki yapar. İlaç önerilirken uykuya eğilim, reflekslerde azalma ve yönelim bozukluğu yapma olasılığı düşünülmelidir. Alkol bu yan etkileri artırdığından ilaçlarla birlikte alınması kesinlikle yasaklanmalıdır.
Bazı antihistaminikler antikolinerjik ilaçlar gibi etki gösterir ve tıpkı bu ilaçlar gibi göz tansiyonu, prostat büyümesi ve miyasteni olgularında ya da ruhsal çöküntü giderici ilaçlarla tedavi görenlerde kullanılmaz. Bazı antihistaminikler iştahı artırır; bazıları içkulak rahatsızlıklarını azalttığından taşıt tutmalarına karşı kullanılır. Alerji dışı hastalıklarda kullanılan ve özel etkileri bulunanların dışmda hastaya önerilecek antihis-taminiklerin seçimi, ilacın uyumsuzluk yapma olasılığına ve etki süresine bağlıdır. Yatıştırıcı yan etkisi güçlü antihista-miniklerin akşamlan alınması daha uygundur. Bazıları uzun etkili olduğundan günde tek doz olarak verilir. Bununla birlikte antîhistaminik seçiminde her zaman hastanın durumu ve özellikleri dikkate alınır. Bir hastanın yakınmalarım hafifleten ilaç bir başkasında etkisiz kalabilir ya da uykusuzluk ve aşın hareketliliğe yol açabilir. Oysa en sık görülen yan etki uyuklama halidir.
Kortizonlu ilaçlar da alerjik hastalıkların tedavisinde çok kullanılır. Bu ilaçların etkisi iltihap bastına özelliklerinden kaynaklanır. Kortikosteroitler temasa bağlı alerjik deri iltihabı gibi gecikmiş aşın duyarlılık tepkilerinde ve astımda yararlıdır, ama ürtiker olgularında etkileri azdır.
Kortizonlu ilaçlar uzun süre kullanıldığında büyümenin durması, kas hastalıkları, Cushing hastalığı belirtileri, yüksek tansiyon, mide ülseri, şeker hastalığı ve su-elektrolit dengesi bozuklukları gibi istenmeyen yan etkilere yol açar. Bu yüzden de yalnızca başka ilaçlarla denetlenemeyen ya da yaşamsal tehlike bulunan olgularda kullanılır. Ayrıca damar yoluyla verildiğinde bile kortizon çok hızlı etki göstermediğinden acil alerji durumlarında ilk ilaç olarak seçilmez. Alerjik hastalıkların büyük bölümü başka tedavi yöntemleriyle denetlenebildiğinden genel etkili kortizon tedavisi çok ender gerekir ve yalnızca hekim denetiminde uygulanabilir.
Kortizonların uzun süre kullanılması zorunlu olduğunda, kısa etkili bir ilaç seçip günaşırı sabahlan vermek uygundur. Ağır gidişli ve uzun süreli astım olgula-nyla başka tedavilere yanıt vermeyen atopik dermatitte hastaya enjeksiyonla kortizonlu ilaçlar verilir. Tedavinin 8-10 günü geçmesinden kesinlikle kaçınmak gerekir. Bu kadar uzun süreli bir tedavi ancak uykuyu önleyecek şiddette kaşıntılı ve eksüda birikimli geniş kızarıklıklar bulunduğunda uygulanabilir. BESİNLERE BAĞLI TEMAS ALERJİSİ
Besinler deri teması sonucunda da alerjik deri tepkilerine neden olabilirler. Temas alerjisi hastaların el parmaklarında egzamaya benzer lezyonlar biçiminde görülür; bunlar aşçıların genellikle sol elindedir, çünkü deri iltihabına yol açan besin çoğunlukla sol elle, bıçak da sağ elle tutulur. İltihap sık sık alevlenir; besinlerle temastan birkaç dakika sonra deride aşın kızarıklık ve kabarcıklarla ortaya çıkar. Aşçılarda ve ev hanımlarında en çok uskumru, İstakoz, morina, marul gibi besinlerle temastan sonra görülür. Alerji yapan hayvansal kökenli başka ürünler de vardır; kasaplarda domuz bağırsağının, veterinerlerde brusellozlu gebe ineklerin dolyatağı sıvılarının, temas ürtikeri yaptığı bilinmektedir.
Alerjik temas dermatiti yaptığı bilinen besinler bitkisel ya da hayvansal kökenli olabilir; karaciğer, tavuk, süt, peynir, yumurta, balık, un, marul, domates, soğan, sarımsak, maydanoz, patates, havuç, elma, muz, kivi, şeftali, bal bu tür alerji yapabilir. Bu tür alerjinin nasıl oluştuğu tam bilinmemektedir. Hastalığın üstderiden alerji yapıcı proteinlerin geçişinin kolaylaşması ve bunların henüz aydınlatılmamış olan bir bağışıklık tepkisine yol açmasıyla başladığı düşünülmektedir.
Hastalığa tanı koymak için daha önce egzama lezyonlarmın görüldüğü sağlıklı deri üzerinde alerji yaptığı varsayılan etkenlerle deri testleri yapılır ve hemen değerlendirilir. Testten 10-30 dakika sonra kızarıklık ve şiddetli kaşıntı, bazen de içi sıvı dolu küçük kabarcıklar görülürse sonuç olumludur. Deri testinde çeşitli yöntemler kullanılabilir, ama bunların en uygunu, hastalığın Örselediği deri bölümünde hemen değerlendirmeye dayanan “açık test” tir. Zaten zor tanı konan alerjik deri hastalıklarında bazen “açık test” de olumsuz sonuç verir ve tam başka yöntemlerle konur.
En iyi sonuçlar denenen besini, örneğin yenecek et ve sebzeleri olduğu gibi kullanarak elde edilir. Konserve, marmelat, dondurulmuş olarak durmuş besinler ve özütlerle yapılan testlerde daha az etki görülür.
Alerji, normal kişilerde herhangi bir rahatsızlığa yol açmayan bir ya da birkaç maddeye karşı aşırı duyarlılıktır. Alerji yapan maddeler solunum, ağız ya da enjeksiyon yoluyla vücuda girebilir. Böyle bir madde vücutta yabancı ve özümsenemez bir cisim olarak tanınır; bir başka deyişle antijen etkisi gösterir ve kendisine karşı antikor denen engelleyici ya da etkisizleş-tirici maddelerin oluşumunu uyarır. Antikorun antijenle birleşmesiyle alerjik tepki başlar. Alerjik tepkiye neden olabilen maddeler arasında çiçek tozlan, ev tozları, kozmetik ürünler, evde beslenen hayvanların kılları, değişik fiziksel etkenler, bitkisel maddeler, ilaçlar, aşılar ve çeşitli besinler sayılabilir. Besin alerjisine yol açan maddeler besinlerde bulunan proteinlerdir; bazı besinlerin çok az protein içermesi de bu gerçeği değiştirmez. Yatkınlığı olan kişilerde alerjinin ortaya çıkması için çok küçük miktarda protein bile yeterlidir. Ama bu proteinlerin bağırsaklardan kimyasal bütünlük içinde, yani normal sindirim süreçlerinde parçalanmadan emilmiş olmaları gerekir.
GÖRÜLME SIKLIĞI
Besin alerjisi bebeklik çağmda daha sık görülür; yıllar geçtikçe azalır. Bunun çe-Şİtli nedenleri vardır. Bebeğin sindirim sisteminin tam gelişmemiş olması, günde birkaç öğün alerji yapma olasılığı yüksek tek bir besinle (süt) beslenmesi, alerji yapan besinle erken ve sürekli karşılaşması başlıca nedenlerdir.
Besin alerjisinin görülme sıklığı konusunda kesin bir şey söylemek zordur. Kuşkusuz erişkinlerde görece seyrek ortaya çıktığı ve alerjik hastalıkların küçük bir bölümünü oluşturduğu söylenebilir. Ama konserve yiyeceklerin yaygınlaşması ve gıda sanayisi teknik lerinin gelişmesiyle besin alerjisinin gittikçe daha çok görüldüğü yaygın bir görüştür.
Bütün besinler alerji yapabilir, ama bazılarının alerjik tepkiye yol açma olasılığı daha yüksektir. Hayvansal besinler arasında en sık süt ve yumurta alerji yapar; etler daha çok pişirilerek tüketildiğinden alerjiye seyrek olarak yol açar. Bitkisel kökenli besinler arasında ise en çok çilek,<;eviz, çikolata ve tahıllar antijen özelliği kazanır. Bununla birlikte bilinen bütün besinlerin alerji yapabildiği kesinlikle unutulmamalıdır.
Bir besinin alerji yapıp yapmaması bir ölçüde tüketilmeden önce geçtiği işlemlere bağlıdır. Pişirilme genellikle alerjik etkiyi azaltır ya da yok eder. Sütün içerdiği albüminin alınması alerji yapma olasılığının azalmasına yol açar. Örneğin peynirlere karşı alerji çok seyrek görülür, çünkü peynirin üretim sürecinde sütteki albümin (laktalbümin) genellikle ayrılmaktadır. Az sayıdaki peynir alerjisi olguları yumurta, un, nişasta koku ve tat vericiler, küf gibi süt dışı maddelere bağlıdır. Sanayide kullanılan koruyucu maddeler de besinlerin alerji yapma özelliklerini değiştirebilir.
Besinlerin çoğu bir antijenler mozaiği gibi düşünülebilir. Örneğin yumurtadaki albümin görece basit yapılı bir besin olmasına karşın beş ayrı antijen içerir. Karmaşık yapılı besinlerde bu bileşenlerin sayısı çok daha fazladır.
Doğal bileşenlerin yanı sıra besinlere bulaşmış- maddeler de antijen etkisi gösterebilir. “Bulaşma ürünü” denen bu maddeler besin olmadıkları halde besin alerjisi yapabilir. Bu yabancı maddeler besinlere kaza ya da rastlantıyla bulaşabilir. Örneğin süt hayvanlarında meme iltihabını (mastit) tedavi etmek ya da önlemek amacıyla kullanılan antibiyotikler (özellikle penisilin) inek sütüne geçebilir. Emziren kadınların aldıkları ilaçlar da sütlerine geçebilir. Bu yolla süte geçen, ama sütün normal yapısına yabancı bulaşma ürünü maddeler sütço-cuğunda alerji tepkimesine yol açabilir. Gerçekte bebekte anne sütüne karşı alerji gelişmesinin tek yolu budur.
Besinlere yabancı madde bulaşmasının bir aracı da üretim teknolojisidir. Besinlerin bozulmasını önlemek amacıyla çok yaygın olarak kullanılan sali-silik ve antiseptik maddelerle gene gıda sanayisinde çok kullanılan renklendiri-ciler besin alerjisine yol açabilen yabancı maddelerdir.
Besinlere sık sık bulaşan bir madde de nikeldir. Nikel özellikle baklagillere ve çileğe, ayrıca ekmeğe, etlere ve balığa bulaşabilir. Mutfak tuzunda ve margarinlerde de bulunur. Besinlerin paslanmaz Çelik tencerede pişirilmesi oksalik asit (ıspanak, ravent), malik asit (elma) ve sitrik asit (özellikle turunçgiller) içermeleri durumunda nikel yoğunluğunu önemli ölçüde artırır. Bu yiyeceklerin yenmesi (5,6 mgr nikel=25 mgr nikel sülfat) gecikmiş bir aşın duyarlılığa bağlı bir egzamayı, ama aynı zamanda ürtiker ya da kızarıklığı da yeniden başlatabilir.
Besinleri korumak, renklendirmek gibi bazı belirli amaçlara yönelik olmak koşuluyla gıda sanayisinde kullanılmasına izin verilen katkı maddeleri vardır. Ama bunlar ülkelere göre yüzde 0,03 ile yüzde 0,15 arasında değişen oranlarda istenmeyen yan etkilere yol açmaktadır.
KOLAYLAŞTIRICI ETKENLER
Sindirim sistemi mukozasında enfeksiyon, zedelenme gibi etkenlere bağlı olarak çok miktarda besinsel antijenin parçalanmamış halde emilimi kolaylaşır. Böylece kişide duyarlılık gelişme tehlikesi de artar. Sindirim mukozasında değişiklikler yaparak besin alerjisine zemin hazırlayan birçok etken vardır:
• Epitel dokuya giren bakteriler ve bağırsaklara yerleşen virüsler özellikle yenidoğanlarda alerji ortamım hazırlar.
• Asalakların epitele zarar vererek alerji sürecini başlatacak antikorların bireşimini hızlandırması görece seyrektir. Bağırsak enfeksiyonuyla birlikte ürtiker gibi deri döküntülerine de yol açan asalak türü daha çok giardia lambîİa’&a.
• Sindirim sisteminde mantar enfeksi yonlarL sık görülür. Bunlar besin alerjisi olgularının yüzde 25′ini oluşturur.
• Besin alerjisi taşıyanların yüzde 22’si düzenli olarak aspirin ve iltihap giderici ilaç kullanan kişilerdir. Besin alerjileri. mukozayı koruyan mukoprotein bireşiminin aksamasıyla birlikte görülür.
• Fenolftalein gibi örseleyici müshiller gittikçe daha az kullanıldığından alerjil etkisi de belirgin biçimde azalmıştır, Aşırı miktarda alkol ve çeşitli katle maddeleri kullanmak alerjiyi özellikle kolaylaştırır.
Besin alerjisi olan hastaların yüzde 7’sinden çoğunun dengesiz beslendiği ve alerjik etkisi yüksek besinleri aşın tükettiği saptanmıştır.
YALANCI BEŞİN ALERJİLERİ
Alerji yapan besinle vücudun buna karşı ürettiği antikor arasındaki tepkimerır neden olduğu gerçek besin alerjisini vücutta bazı maddeler açığa çıkar. Bun- ] lardan özellikle histamin alerjiyle ilgili belirti ve bozukluklardan sorumlu ola»! önemli bir maddedir. Ama kendi yapısında çok miktarda histamin bulunan ya da sindirildiğinde alerjik bir mekanizmadan bağımsız olarak vücutta histamir salgısını uyaran birçok besin de vardır
Bu besinlerin başlıcalan şunlardır:
• Yumurta akı çok etkili bir lıistamin serbestleştiricidir.
• Kabuklu deniz hayvanları (karides ve daha az olmak üzere yengeçler), çilek, domates, çikolata, balık ve domuz eti de benzer bir etki yapar.
• Ananas ve papaya gibi bazı tropik meyveler histamin serbestleştirici maddeler içerir.
• Bakla, bezelye, fasulye gibi bazı sebzeler, tahıllar, ceviz, yerfıstığı gibi çeşitli besinler histamin serbestleştirici bir madde olan lesitin içerir.
Bütün bunlardan başka protein yapısında olmayan bazı besinler de böyle etki gösterebilir.
Ayrıca alkolün iyi bilinen damar genişletici etkisiyle histamin serbestleştirici etkisinin birlikte görüldüğü unutulmamalıdır.
• Histamin açısından zengin besinler-
Aşırı histamin yüklenmesi doğal olarak histamin açısından zengin ya da mayalanmayla sonradan zenginleşmiş besinlerin alınmasından kaynaklanır. Etteki histamin miktarının hayvanın öldürülme anında arttığı bilinmektedir. Ruhsal gerginlik de adrenalin salgısını artırarak plazmada histamin düzeyini yükseltir. Histamin yüksek sıcaklıklara dayanıklıdır; yiyeceğin pişirilmesiyle ya da havası alınmış kapta ısıtılmasıyla yok olmaz. Lahana turşusu, salam, mayalı peynirler ve özellikle konserve olmak üzere balık gibi besinlerde bol histamin bulunur.
• Karbonhidratlar- Bazı bitkisel ürünlerde nişasta ve selüloz oranı yüksektir. Tahıllar, ekmek ve unlu besinler, tatlı ve şekerlemeler, ayrıca bezelye ve mercimek, fasulye gibi kuru sebzeler bunların başında gelir. Selülozun tamamı, nişastanın ise bir bölümü çıkan kalınbağırsakta bulunan bakteriler tarafından parçalanır. Parçalanma ürünleri, gaz ve organik asitlerdir. Bunlar bağırsak florasında yoğun mayalanma yapan bakteriler tarafından büyük miktarlarda üreti-lirse sindirim sistemi mukozası zedelenebilir. Organik asitlerin varlığında aşırı nişasta tüketilmesi mukozanın kolayca zedelenmesine yol açar. Mikropların etkisiyle kısır bir döngü oluşur. Mayalanmaya bağlı kalınbağırsak hastalıkları belirtilerine kaşıntı ve ürtiker gibi hista-mine bağlı belirtiler de eklenir. Gerçekten de yapılan birçok araştırma çeşitli bağırsak bakterilerinin histamin bire-şimlediğini göstermiştir.
• Benzoat dokunması- Benzoat özellikle meyvelerde bulunan doğal bir maddedir. Üzüm, ahududu, dut ve ya-banmersini bol miktarda benzoat içerir. Besinlerin bozulmasını önlemek amacıyla gıda sanayisinde de kullanılan bu madde nüfusun yüzde lO’undan çoğunda alerjik tepkilere neden olabilir.
• Sodyum nitrat dokunması- Sodyum nitrat güçlü bir mikrop öldürücü ve oksitlenme önleyicidir. Jambon, salam, salamura peynir, işlenmiş ringa balığı gibi çeşitli ürünlerde kullanılır. Sodyum nitrata tepkiyi ölçmek için 20 mgr sodyum nitrat verilerek yapılan test sonuçlarına göre bu madde insanların yüzde 5′ten biraz fazlasına dokunur; damar kaynaklı baş ağrıları, bağırsak bozuklukları ve ürtiker nöbetleri yapar.
• Alkol dokunması- Yalancı besin alerjisi olgularının yüzde 38′inde aşırı alkol tüketimi saptanmıştır. Bu olgularda alkol çeşitli etkilerine bağlı olarak kolaylaştırıcı bir rol oynar. Örneğin damarları genişleterek besinlerin sindirim sistemi mukozasından hızla geçmesini sağlar. Ayrıca alkolden elde edilen ase-taldehit güçlü bir histamin serbestleştiricidir. Şarap ve hafif alkollü öbür içkilerin dokunma olasılığı daha düşüktür. Vücudun alkolü kaldıramaması durumunda çarpıntı, kalp atışlarında hızlanma, kaslarda güçsüzlük, baş ağrısı, ayrıca astım ve nezle gibi solunum sistemiyle ilgili belirtiler ortaya çıkar. Çok seyrek olarak gerçek alerji de görülebilir. Bunda asetaldehidin histamin serbestleştirici etkisi belirleyici görünmektedir. Bazı beyaz ve kırmızı şarapların çok miktarda histamin içermesi histamine aşın tepki gösteren kişilerdeki belirtileri açıklayabilir. Üzümde çok miktarda bulunan benzoat burun çevresi sinüslerinde polip olan ve aspirin alamayan astımlı hastalarda nezle ve astım nöbeti başlatabilir. Ayrıca bazı astım hastalan şaraplarda koruyucu madde olarak çok kullanılan kükürt dioksiti kaldıramama belirtileri gösterebilir.
BELİRTİLERİ
Besin alerjisinin belirtileri öbür alerji biçimlerinde görülenlerden pek farklı değildir. Bu belirtiler sindirim, solunum, deri, kalp-dolaşım, boşaltım, Üreme, eklem ve sinir sistemleriyle ilgilidir. Belli bir yiyeceğe karşı alerjik yanıt hemen ya da gecikmeli olarak ortaya çıkabilir. Aynı kişide iki yanıt tipi de görülebilir, ama bunlar farklı antijenlere karşıdır. Ayrıca aynı antijen bir hastada erken yanıta, bir başkasında ise gecikmeli yanıta yol açabilir. Besin alerjisi solunum sistemi düzeyinde astım ya da burun mukozası iltihabı (nezle) belirtileriyle ortaya çıkabilir. Sindirim sisteminde mide-bağırsak iltihabı, ağız içi iltihabı, bulantı, kusma, karın ağrıları, ishal, kalınbağırsak iltihabı belirtileri verebilir. Deride kaşıntı, ürtiker, purpura ve anjiyonörotik ödem biçiminde ortaya çıkabilir. Sinir sistemiyle ilgili olarak baş dönmesi ya da baş ağrısı nöbetleri yapabilir. Boşaltım sisteminde kan işeme (hematini), dış cinsel organlarda kaşıntı ve eklem sisteminde çeşitli eklemlerde ağrı biçiminde görülebilir. Ama bütün belirtilere karşın hastalığın alerjik kökenini kanıtlamak çok güç olabilir. Bunaltı, huzursuzluk, saplantı gibi bazı ruhsal etkenler gizli alerji belirtilerini ortaya çıkararak ya da güçlendirerek nöbeti başlatabilir.
Besin alerjisine bağlı belirtilerin çoğunlukla besinin her alınışında değil, yalnızca arada sırada ortaya çıktığını unutmamak gerekir. Bunun çeşitli nedenleri olabilir. Birincisi hastalığın oluşumu yalnızca bağışıklık sistemiyle ilgili olmayabilir, ama belirtileri alerjiye benzeyebilir. İkincisi, belirtiler ancak alerjik olaya bir ya da birkaç kolaylaştırıcı etkenin eklenmesiyle ortaya çıkabilir. Son bir olasılık da alerjen maddeyle her karşılaşıldığında göreli bir duyarsızlaşmanın gerçekleşmesi ve vücut yeniden yeterli antikor üretinceye değin klinik belirtileri başlatacak düzeyde antikor bulunmamasıdır.
Alerjik hastalıklarda belirtilerin değerlendirilmesi ve sorumlu etkenlerin saptanmasıyla doğru tanıya ulaşılabilmesi büyük ölçüde hastadan alınacak bilgilere bağlıdır.
Alerjinin tipik olarak bir aile özelliği biçiminde ortaya çıktığı kabul edilir, ama birçok başka hastalıktan farklı olarak kalıtımla nasıl aktarıldığı henüz aydınlatılmamıştır. Hatta alerji oluşumunda kalıtınım dışında çevre, yaşama alışkanlıkları, ruhsal koşullar gibi birçok başka etkenin de belirleyici olduğu bilinmektedir.
Gebelik dönemi bebekte alerji oluşumu açısından çok önemlidir. Gebelikte anne ile dölüt arasındaki ilişki nedeniyle annenin etkisi büyüktür. Daha çok alerji yapıcı maddelerle (süt ve yumurta) beslenen annenin dölyatağında bir duyarlılık gelişebilir. Son araştırmalara göre sigara dumanının alerjik tepkiye
yol açan IgE grubu antikor oluşumunu uyarıcı etkisi dölütte de görülmektedir. Bu etki annenin içtiği günlük sigara sayısıyla orantılı olarak artmaktadır. Annenin doğumdan önceki alışkanlıklarıyla alerji arasında herhangi bir ilişki olabileceği uzun süre kabul edilmemiştir. Oysa günümüzde bu bilgilerin iyi değerlendirilmesi tanı açısından büyük önem taşımaktadır.
Değerlendirilmesi gereken önemli bir öğe de çocuğa verilen besinlerin türüdür. Bebekte en erken ortaya çıkan alerjinin inek sütüne bağlı olduğu artık kesinleşmiştir. Ayrıca inek sütü üzerinde en çok araştırma yapılan ve en iyi bilinen alerji nedenidir, çünkü bebeğin yalnızca inek sütüyle beslendiği dönemde alerjinin ayırıcı tanısı kolaydır. Alerjik duyarlılık genellikle yaşamın üçüncü yılına doğru kendiliğinden geçer. Bu durum özellikle üç yaşından sonra, alerjinin kesin kanıtlan olmadığında dikkate alınmalıdır.
Besinlerin içeriği başlı başına bir araştırma konusudur. Az miktarda, am£ sürekli alman besinlerin bir kez büyük miktarda alınanlardan daha çok alerji yaptığı kanısı yaygınsa da, alman besin miktarının önemi henüz tartışılmaktadır. Bazı besinler gerçek besin alerjisi belirtilerine yol açan maddeler açısından özellikle zengindir. Bunlar yendiğinde “yalancı alerji” olarak nitelenen durum ortaya çıkar ve besin miktan arttıkça yalancı alerji etkisi de güçlenir. Bununla birlikte bazı besinlerin hem alerji, hem de yalancı alerji yapıcı etkileri vardır. Bir besinin alerji yapıp yapmayacağı aynı anda alınan öbür yiyeceklere, ilaçlara ve fiziksel gerginliğe bağlıdır. Dolayısıyla da sorun çok karmaşıktır.
Besinlerin tazelik ve pişirilme derecesi alerjik özelliklerini etkiler, çünkü ısı besinlerin protein bileşenlerini değişime uğratır. Ama bu değişim her besinde aynı ölçüde değildir. Örneğin yerfıs-tığmda bulunan alerji yapıcı maddeler pek değişmez; oysa domatestekiler ısıdan çok etkilenir. İnek sütünün uzun süre ısıda kaldıktan sonra da alerji yapıcı özelliğini koruduğu kanıtlanmıştır.
Kişinin birçok maddeye karşı duyarlılık geliştirmiş olabileceği unutulmamalıdır. Bu durumda tanı koymak çok güçleşir, çünkü alerji her gün tüketilen yüzlerce besinden herhangi birine bağlı olabilir. Beslenme ne kadar çeşitliyse alerji tehlikesi de o ölçüde yüksektir. Süt, un ve yumurta hem en çok alerji yapan besinler arasındadır, hem de üçü birlikte Akdeniz tipi beslenmenin temelini oluşturur. Bu koşullarda alınan besinle hastalık belirtisi arasında neden-sonuç ilişkisi kurmak oldukça zordur. Bu zorluğu aşmak için genellikle özel beslenme programları ve alerji uyarma testleri uygulanır.
Besin alerjisi tanışım karmaşıklaştı-ran bir başka olgu da, bütün besinlerin ne süre içinde alerjik tepkimeye yol açacağının önceden bilinememesidir. Bütün belirtiler bir süre için gizli kalır. Hatta aynı kişide, aynı besin için, değişik zamanlarda değişik tepkiler görülebilir. Bu karmaşık durumun birçok nedeni vardır. Her şeyden önce sindirim sistemindeki koşullara bağlı olarak emi-lim hızlanabilir ya da yavaşlayabilir. Örneğin bağırsak mukozasının yaşamın ilk yıllarında işlevsel koşullara, daha sonra da iltihaplara bağlı olarak değişiklik göstermesi sindirilecek moleküllerin hızlı ve kitlesel emilimine yol açar. Bazı aşırı duyarlılık olguları böyle başlar. Aym etki sindirim sürecinde de oluşabilir. Deneyler alerji yapan bazı protein moleküllerinin kimyasal sindirim işleminden geçirildiği halde IgE oluşumunu uyarma yeteneğini yitirmediğini göstermektedir. Bu durumda alerji başlatıcı besin bileşenleri çok artarken bunları saptamak uygulamada olanaksızlasın Hastadan alman bilgiler dışında labora-tuvar testleri tam açısından fazla yararlı değildir. Buna karşılık deneme beslenmelerinden elde edilen sonuçlar önemlidir.
Yumurta albümüni, süt proteinleri ve deniz kabuklulanyla ilgili az sayıdaki olgu dışında yoğunlaştırılmış besinlerle yapılan deri testlerinin yararı azdır, çünkü alerji yapan madde genellikle besin molekülünün kendisi değil, onun bir parçalanma ürünüdür. Bebeklerde hemen her zaman süte bağlı olan besin alerjilerinde deri testlerinin yaran çok azdır ya da hiç yoktur.
En doğru ve güvenilir tanı yöntemi, değişik ölçütlere göre yürütülen besin deneme programlandır.
• Ekleme yöntemiyle beslenme programı- Hasta 24-48 saat aç bırakıldıktan sonra, her öğünde ya da her gün değişik bir besin eklenerek beslenir. îlk öğünlerde alerjiye neden olmayan besinler verilir. Öbürleri yavaş yavaş eklenir ya da bunların yerini alır.
Bir besin alındıktan sonra alerji belirtileri ortaya çıkarsa, test sonucunun olumlu (pozitif) olduğu söylenir. Ekmek gibi karmaşık yapılı bir besine karşı duyarlılık geliştiğinde beslenme testi ilkeleri uyarınca bu besini oluşturan maddelerden hangisinin (un, yağ, maya vb) alerji yaptığı araştırılır.
• Eleme yöntemiyle beslenme programı- Değişmeyen diyet listeleri kullanılır. Bu listeler yeterli miktarda kalori içeren ve olabildiğince çeşitli besinlerden oluşur. İlk diyet listesindeki besinlere karşı tepki gelişirse öbürlerine geçilir ve her diyet yaklaşık bir hafta denenerek test sürdürülür. Diyet listelerinden birine iyi uyum gösterildiği saptanırsa, ilk yöntemde olduğu gibi bu listeye birer birer başka besinler eklenir.
• Alerji uyarıcı beslenme programı-
Alerji belirtilerini ortaya çıkarmaya, böylece sorumlu etkenleri saptamaya yöneliktir; bu nedenle hastaya en çok alerji yapacağı düşünülen besinler verilir. Daha önce anlatılanlardan daha karmaşık bir araştırma yöntemidir, çünkü yanıt elde edildikten sonra çok uzun sürebilen bir İnceleme işlemi gerektirir. Bu tür bir program uygulandığında alerjiyi kolaylaştırıcı etkisinden yararlanmak amacıyla hastaya genellikle alkollü içki de verilir.
• Beslenme günlüğü- Özellikle alerjinin zaman zaman görüldüğü olgularda beslenme serbest bırakılarak hastanın aynntılı bir günlük tutması istenir. Hasta o gün bütün yediklerini, içtiklerini ve ortaya çıkan belirtileri saatleriyle birlikte kaydeder.
GİDİŞİ
Bebeklik çağında ortaya çıkan ve genellikle sindirim sisteminin işlevsel azgelişmişliğine bağlı olan besin alerjisi, sindirim sisteminin gelişmesiyle kendiliğinden iyileşebilir.
Buna karşılık erişkinlerde besin alerjisinin kendiliğinden iyileşme olasılığı düşüktür, ama yaş ilerledikçe alerji de genellikle hafifler. Bazen hasta alerji etkeninden yeterince uzun bir süre uzaklaşırsa, daha sonra” bu maddelerle karşılaştığında hastalık belirtisi göster-meyebilir.
TEDAVİ
Besin alerjisinin tedavisi öbür alerjik hastalıkların tedavisinden farklı değildir. Tedavide bir yandan alerji yaptığı düşünülen etkenlerin elenmesine, bir yandan da belirtilerin ortadan kaldınl-masına çalışılır.
Alerji Yapabilecek Besinlerin Bulunacağı Bazı Yiyecekler
• Tahıl: Ekmek, hamur işi, tatlılar, bisküvi, özel diyet ürünleri, kutu salçalar ve soslar.
Süt: Tatlılar, ekmek, çikolata, dondurma, hamur, salça, peynir, tereyağı;
• Yumurta: Krema, dondurma, tatlılar, kurabiye, bisküvi, hamur işi, Hollanda peyniri, et suyu tabletleri.
• Domuz ve sığır eti: Jambon, salam, sosis vb, konserve et ve hazır çorbalar, et suyu tabletleri, jöle, bazı dondurulmuş hazır yiyecekler
!• Beslenme tedavisi- Alerjinin beslenmeyle tedavisi, ilk bakışta kolay görünebilir. Hastaya dokunan besin ya da besinler saptandıktan sonra, bunları beslenmeden çıkarmak yeterlidir. Söz konusu besinlerin besleyici değerinin az ve fıstık, deniz ürünleri, çilek gibi görece olağandışı türler olması durumunda bu yöntem kolayca uygulanabilir.
Ama alerji yapan besinlerin besleyici değeri yüksekse ve bunlar her gün tüketilen temel besinlerin yapısında bulunuyorsa sorun daha karmaşıktır.
Beslenme tedavisinin başarısı çeşitli etkenlere bağlıdır. En önemli önlemlerden biri kuşkulu yiyecek ya da yiyeceklerin beslenme programından tümüyle çıkarılmasıdır, çünkü duyarlılığı hafif olan kişilerde çok küçük miktarlar bile bazen görünür olmayan hafif belirtilere yol açabilir; böylece duyarlılığın süresini uzatarak, besine uyum geliştirilmesini geciktirebilir.
Yumurta ve inek sütünün tümüyle kaldırılması güç olabilir. Oysa bunlar yerleşik beslenme alışkanlığının parçası olan bisküvi, tatlılar, karamela, dondurma gibi birçok besinde bulunur. Eleme yöntemine dayalı beslenme programlarıyla besin alerjisi deneyimli uzmanların denetiminde tehlikesizce tedavi edilebilir. Tedavi sırasında bazı beslenme yetersizlikleri ortaya çıkabilir. İshal, şiddetli sancı, kabızlık, gaz fazlalığı gibi bazı belirtiler görüldüğünde beslenmenin aşın kısıtlanması ya da bu kısıtlamanın gerektiğinden uzun bir süre uygulanması böyle bir gelişmeye yol açabilir.
Ama bu tür bir kısıtlamanın tanıya götürücü nicelemelerin yapılabilmesi için bazen zorunlu olduğu ve tedavi sırasında gelişen besin yetersizliğinin de genellikle fazlaca önemsendiği unutulmamalıdır:
Bir başka tehlike hastaya bir süre hiç verilmeyen bir besinin yeniden verildiğinde yaygın ve ağır tepkilere yol açmasıdır. Böyle ağır tepkiler hastanın geçmişinde benzer olaylar bulunmaması durumunda da ortaya çıkabilir. Tepk. besinin yeniden alınmasından sonrak birkaç dakika ile saat içinde görülebilir Alerjik olduğu bilinen insanlar araşınca görülme olasılığı da yüzde 5 kadardr Ama alerjik tepkinin şiddetli olması, a; rica hastadan ahnan bilgilere ve testleri dayanılarak önceden belirlenememe; nedeniyle, alerji yapan besinin uygu:. ortamlarda ve sıkı denetim altında yeru-den verilmesi zorunludur.
Genel görüşe göre besin alerjisi çocuklarda bütünüyle İyileşme eğilimir-dedir. Bu nedenle hastanın geçmişini çok şiddetli tepki görülmemişse ale: yapan besin her 6-12 ayda bir yenide-. verilerek tedavi sürdürülebilir.
İyi gidişli olgularda belirtilerin şic-deti gittikçe azalır; alerjinin ortaya çıkması için gerekli besin miktarı ise gittikçe artar. Böylece yaklaşık 3-4 yaşL-rında besine tam bir uyum gelişir. O. guların büyük bölümünde bu süreç gerçekleşir. Ama 8-10 yaşlarına ve hatu erişkinlik dönemine değin süren best:_ alerjileri de vardır.
• İlaç tedavisi- Bazen ilaç tedavisine geçilmesi zorunlu olur. Aşağıdaki durumlarda bu yola başvurulur:
- Beslenme açısından yerlerinin doldurulması güç çok sayıda besine karşı aşırı duyarlılık gelişmesi.
- Hastanın önerilen beslenme rejimırr. kabul etmemesi.
- Alerji yapmayan besin ağırlıklı beslenme programı uygulanmasına karşın alerji belirtilerinin sürmesi.
- Hastalığın ağır olması ve hasta vücudunda deneme-araştırma yapılmasına olanak vermemesi.
- Alerji yapan besinin alınmasının önlenememesi.
Alerjik hastalıkların tedavisinde etkili birçok ilaç vardır. Ama bu ilaçlardan bazılarının yanlış kullanılması alerjiyi tedavi etmek yerine ağırlaştırabilir. Dolayısıyla seçilen ilacın tedavi edilmek istenen alerjiye uygun olması çok önemlidir.
Antihistaminikler ürtiker, alerjik nezle (rinit) ve ikinci kez karşılaşılan bir antijene karşı çok şiddetli alerji tepkilerinde (anafilaktik tepki) özellikle yararlıdır. Ama henüz tam bilinmeyen nedenlerle bu ilaçlar astım ve alerjik deri iltihabı (dermatit) gibi bazı alerjik hastalıklarda etkisiz kalabilir, hatta zararlı olabilir. Ağır alerjilerde yarar sağlar, ama ağır alerjilere bağlı acil durumlarda ilk ilaç olarak kullanılmaz, adrenalinin ardından verilebilirler. Antihistrnninikler kaşıntıyı önlediğinden histaminin temel bir rol oynamadığı, temasa bağlı alerjik deri iltihaplarında yararlı olabilir. Sakinleştirici yan etkisi bazen sakıncalı olabilirse de bazı olgularda yarar sağlar. An-tihİstaminiklerin pomat ya da krem biçiminde sürülmesi çok zararlıdır, çünkü aşırı duyarlılık yapabilir; ışığa karşı duyarlılık gelişmesine ve özellikle hasta güneşe çıktığında yaygın alerji belirtilerinin görülmesine yol açabilir.
Bu yüzden antihistaminikler hiçbir zaman yerel olarak kullanılmamalıdır; tehlikeli yan etkileriyle karşılaştırıldığında bu uygulamanın yararlan çok önemsiz kalır.
tlacı kaldıramamaya bağlı mide yanması, ağız kuruması gibi belirtiler az görülür, ama antihistaminikler her zaman uyku verici etki yapar. İlaç önerilirken uykuya eğilim, reflekslerde azalma ve yönelim bozukluğu yapma olasılığı düşünülmelidir. Alkol bu yan etkileri artırdığından ilaçlarla birlikte alınması kesinlikle yasaklanmalıdır.
Bazı antihistaminikler antikolinerjik ilaçlar gibi etki gösterir ve tıpkı bu ilaçlar gibi göz tansiyonu, prostat büyümesi ve miyasteni olgularında ya da ruhsal çöküntü giderici ilaçlarla tedavi görenlerde kullanılmaz. Bazı antihistaminikler iştahı artırır; bazıları içkulak rahatsızlıklarını azalttığından taşıt tutmalarına karşı kullanılır. Alerji dışı hastalıklarda kullanılan ve özel etkileri bulunanların dışmda hastaya önerilecek antihis-taminiklerin seçimi, ilacın uyumsuzluk yapma olasılığına ve etki süresine bağlıdır. Yatıştırıcı yan etkisi güçlü antihista-miniklerin akşamlan alınması daha uygundur. Bazıları uzun etkili olduğundan günde tek doz olarak verilir. Bununla birlikte antîhistaminik seçiminde her zaman hastanın durumu ve özellikleri dikkate alınır. Bir hastanın yakınmalarım hafifleten ilaç bir başkasında etkisiz kalabilir ya da uykusuzluk ve aşın hareketliliğe yol açabilir. Oysa en sık görülen yan etki uyuklama halidir.
Kortizonlu ilaçlar da alerjik hastalıkların tedavisinde çok kullanılır. Bu ilaçların etkisi iltihap bastına özelliklerinden kaynaklanır. Kortikosteroitler temasa bağlı alerjik deri iltihabı gibi gecikmiş aşın duyarlılık tepkilerinde ve astımda yararlıdır, ama ürtiker olgularında etkileri azdır.
Kortizonlu ilaçlar uzun süre kullanıldığında büyümenin durması, kas hastalıkları, Cushing hastalığı belirtileri, yüksek tansiyon, mide ülseri, şeker hastalığı ve su-elektrolit dengesi bozuklukları gibi istenmeyen yan etkilere yol açar. Bu yüzden de yalnızca başka ilaçlarla denetlenemeyen ya da yaşamsal tehlike bulunan olgularda kullanılır. Ayrıca damar yoluyla verildiğinde bile kortizon çok hızlı etki göstermediğinden acil alerji durumlarında ilk ilaç olarak seçilmez. Alerjik hastalıkların büyük bölümü başka tedavi yöntemleriyle denetlenebildiğinden genel etkili kortizon tedavisi çok ender gerekir ve yalnızca hekim denetiminde uygulanabilir.
Kortizonların uzun süre kullanılması zorunlu olduğunda, kısa etkili bir ilaç seçip günaşırı sabahlan vermek uygundur. Ağır gidişli ve uzun süreli astım olgula-nyla başka tedavilere yanıt vermeyen atopik dermatitte hastaya enjeksiyonla kortizonlu ilaçlar verilir. Tedavinin 8-10 günü geçmesinden kesinlikle kaçınmak gerekir. Bu kadar uzun süreli bir tedavi ancak uykuyu önleyecek şiddette kaşıntılı ve eksüda birikimli geniş kızarıklıklar bulunduğunda uygulanabilir. BESİNLERE BAĞLI TEMAS ALERJİSİ
Besinler deri teması sonucunda da alerjik deri tepkilerine neden olabilirler. Temas alerjisi hastaların el parmaklarında egzamaya benzer lezyonlar biçiminde görülür; bunlar aşçıların genellikle sol elindedir, çünkü deri iltihabına yol açan besin çoğunlukla sol elle, bıçak da sağ elle tutulur. İltihap sık sık alevlenir; besinlerle temastan birkaç dakika sonra deride aşın kızarıklık ve kabarcıklarla ortaya çıkar. Aşçılarda ve ev hanımlarında en çok uskumru, İstakoz, morina, marul gibi besinlerle temastan sonra görülür. Alerji yapan hayvansal kökenli başka ürünler de vardır; kasaplarda domuz bağırsağının, veterinerlerde brusellozlu gebe ineklerin dolyatağı sıvılarının, temas ürtikeri yaptığı bilinmektedir.
Alerjik temas dermatiti yaptığı bilinen besinler bitkisel ya da hayvansal kökenli olabilir; karaciğer, tavuk, süt, peynir, yumurta, balık, un, marul, domates, soğan, sarımsak, maydanoz, patates, havuç, elma, muz, kivi, şeftali, bal bu tür alerji yapabilir. Bu tür alerjinin nasıl oluştuğu tam bilinmemektedir. Hastalığın üstderiden alerji yapıcı proteinlerin geçişinin kolaylaşması ve bunların henüz aydınlatılmamış olan bir bağışıklık tepkisine yol açmasıyla başladığı düşünülmektedir.
Hastalığa tanı koymak için daha önce egzama lezyonlarmın görüldüğü sağlıklı deri üzerinde alerji yaptığı varsayılan etkenlerle deri testleri yapılır ve hemen değerlendirilir. Testten 10-30 dakika sonra kızarıklık ve şiddetli kaşıntı, bazen de içi sıvı dolu küçük kabarcıklar görülürse sonuç olumludur. Deri testinde çeşitli yöntemler kullanılabilir, ama bunların en uygunu, hastalığın Örselediği deri bölümünde hemen değerlendirmeye dayanan “açık test” tir. Zaten zor tanı konan alerjik deri hastalıklarında bazen “açık test” de olumsuz sonuç verir ve tam başka yöntemlerle konur.
En iyi sonuçlar denenen besini, örneğin yenecek et ve sebzeleri olduğu gibi kullanarak elde edilir. Konserve, marmelat, dondurulmuş olarak durmuş besinler ve özütlerle yapılan testlerde daha az etki görülür.
15 Mayıs 2012 Salı
11 Mayıs 2012 Cuma
10 Mayıs 2012 Perşembe
Tıbbî atık
Faaliyetleri sonucunda tıbbî atık oluşumuna neden olan üniteler (hastaneler, klinikler, doğumevleri,sağlık merkezleri, tıp merkezleri, dispanserler, sağlık ocakları, ayakta tedavi merkezleri, morglar, otopsi merkezleri, hayvan hastaneleri, kan üniteleri, diyaliz merkezleri, labaratuvarlar, tıbbi araştırma merkezleri...) tıbbî atıklarını; üzerinde uluslararası biyotehlike amblemi bulunan torba, kap ile kesici-delici alet kapları, taşıma konteynırları ile geçici depolama birimlerine ulaştırırlar.
Belediyeler ise buralardan kendileri veya yetkilendirdikleri firmalar vasıtasıyla özel dizayn edilmiş lisanslı tıbbî atık taşıma araçlarıyla bu atıkları alıp bertaraf sahasına götürüp bertarafını yapmakla sorumludurlar.
Tüm bu faaliyetler, 22 TEMMUZ 2005 gün ve 25883 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan "Tıbbî Atıkların Kontrolü Yönetmeliği" ile belirlenmiştir.
2 Mayıs 2012 Çarşamba
Atelektazi
Atelektazi durumunda daha az hava içeren akciğer parankimi oluşur. Bu gelişme, oksijenlenmeyi azaltır ve enfeksiyona ortam oluşturur.
1 Mayıs 2012 Salı
Yukarıda bakterileri enfekte eden virüs, bakteriofaj görülüyor. | ||||||||
Bu bekleme sırasında yapısında bir değişiklik olmaz veya bozulmaya uğramaz. Uzun süre bekledikten sonra bir organizma ile karşılaştığında hemen canlanır ve hareketlenir. Artık o, sanki planlar yapabilen, strateji geliştirebilen, akıl kullanan şuurlu bir canlıdır. Bu olağanüstü değişimin tek nedeni ise, Allah'ın canlıya hareketlenmesi gerektiğini ilham etmiş olması, ona hayat vermesidir. Kuşkusuz başka hiçbir güç, hiçbir ilim, hiçbir teknolojik mekanizma, bu olağanüstü şuurlu davranışlara sebep olamaz. Bir virüs oldukça uzun bir süre cansız bir kristal halinde durur. Onu uyandırabilmek için tek gereken şey içine girip enfeksiyona uğratabileceği savunmasız bir hücrenin sıcaklığı ve nemidir. Bu hücrenin içine yerleştiğinde bazen bir saat içinde kendini 100 kez çoğaltabilir. Bazen kendi genetik yapısını değiştirerek bir yıl içinde 20 milyon insanı öldürecek kadar farklılaşabilir. Böylesine güçlü ve ölümcül etkilere sahip olan virüsler o kadar küçüktürler ki, 10 18 tanesi (10'un yanına 18 sıfırın gelmesiyle oluşan sayı) bir pinpon topunun içini ancak doldurur. Eğer evrenin başlangıcından beri saniyede bir virüs pinpon topunun içine atılıyor olsa idi şu an ancak topun yarısı dolmuş olurdu. Tabii her virüsün büyüklüğü aynı değildir. Bazıları söz konusu virüslerden binlerce kez daha büyüktür, ama yine de bir pinpon topunu doldurmaları 30 milyon yılı gerektirir, diğerleri ise 80 kez daha küçüktürler ve topu 2 trilyon yılda bile dolduramazlar. (1) | ||||||||
En büyük boyutlardaki virüslerin bile, bir pinpon topunu doldurmaları (evrenin başlangıcından beri saniyede bir virüsün pinpon topunun içine atıldığını kabul edersek) 30 milyon yılı gerektirir. | ||||||||
Virüslerin yapılarını yakından incelediğimizde mükemmel tasarımlara sahip olduklarını görürüz. Virüs kabuğunu oluşturan moleküller, virüse adeta bir mücevher görünümü verirler. Her bir tür virüs kendine has geometrik dizaynıyla hayranlık uyandırıcı şekiller meydana getirir. Doğadaki bütün yapılarda olduğu gibi, virüs inşasında da belirli kurallar ve ölçüler söz konusudur. Virüslerin sahip olduğu bu tasarımın kuralları "kübik simetriyle" belirlenmiştir. Çeşitli bilim adamları bu mimari tasarımın kurallarını ve yapısını çözmek için uzun yıllar boyunca araştırmalar yapmışlardır. Bu geometri kuralları sonucu ortaya çıkan şekillere ikosahedron adı verilmektedir. Böyle örnek bir yapıda, eşkenar üçgenden oluşmuş 20 yüzey olacaktır. | ||||||||
Farklı virüsler, çeşitli geometrik şekilleri kullanarak çok yüzeyli ve simetrik dış kabuklara sahip olmaktadırlar. Tek bir mikro canlıdaki bu simetri ve sanat Allah'ın üstün yaratmasının örneklerindendir | ||||||||
Farklı virüsler, altıgen, beşgen gibi farklı geometrik şekilleri kullanarak, çok yüzeyli, simetrik dış kabuklara sahip olmaktadırlar. Bazı virüsler ise boru veya silindir şekline sahiptirler. Bu tür virüslerde ise sarmal simetrinin kuralları geçerlidir. | ||||||||
Virüslerin sahip oldukları ikosahedron adı verilen yapılar, eşkenar üçgen şeklindeki 20 yüzeyden oluşmaktadır | ||||||||
Yeni keşfedilen virüsleri, x ışını analiziyle ve diğer karmaşık metodlarla mikroskop altında incelemek bilimin 30 yılını almıştır. Bir başka deyişle, kendi yöntemleri ile tüm canlılığı etkisi altına alan, insanların kitle halinde ölümlerine yol açan, ama aslında yalnızca bir hücre zarı ve DNA'dan oluşan bu canlı, henüz geçtiğimiz yüzyılda keşfedilebilmiş ve o dönemden itibaren 30 yıl boyunca anlaşılmaya çalışılmıştır. Ancak bu aşamaya gelene kadar sayısız topluluk binlerce insanı ile, birbirinden farklı şekillerde bu mikro canlıların öldürücü veya hastalık yapıcı etkisi altında kalmışlardır. Yani bu mikro canlı, insanların varlığından bile haberi olmadığı milyonlarca sene boyunca, birazdan detayları ile göreceğimiz aynı inanılmaz yöntemleri kullanmışlar ve aynı işbölümü ile hareket etmişlerdir. İşte bu, Allah'ın sonsuz ilminin bir tezahürüdür. |
Paul Ricoeur
Hermeneutikten başka, Karl Jaspers ve Gabriel Marcel'in varoluşçuluğu ve Edmund Husserl'ın fenomenolojisiyle de uzun yıllar meşgul olan Ricoeur, "Sembol düşünceyi doğurur" derken, hermeneutiğin ilk ve temel öncülünü iyi bir biçimde ifade etmiştir. Efsane, din, sanat ve ideolojinin sembollerinin felsefi yorum yoluyla açığa çıkarılabilecek mesajlar taşıdığını öne sürdü ve hermeneutiği, dolaylı anlamı yorumlama, görünüşteki anlamların gerisindeki gizli anlamları gözler önüne serme yöntemi olarak tanımladı.
2004 yılında Kongre Kütüphanesi tarafından Kluge Ödülü verildi. Kluge Ödülünün mali değeri Nobel Ödülleriyle aynı seviyede olup, Nobel Ödülü kapsamında değerlendirilmeyen tarih, felsefe, siyaset, antropoloji, sosyoloji, ilahiyat, sanat eleştirmenliği ve dil bilimi alanlarında büyük başarılar elde etmiş, dallar arası bir etki bırakabilmiş şahsiyetlerin ödüllendirilmesi amacını taşımaktadır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)